Soruşturma ve gözaltılar, basın açıklamaları ve Twitter kampanyaları ile protesto ediliyor ve yeni bir soruşturmanın yeni gözaltının ve tutuklamanın gelmesi bekleniyor. Ülke ablukaya alınıyor ve zorbalık sıradanlaşıyor
Musa Piroğlu
İstanbul barosuna yaptığı bir açıklama nedeniyle yönetim kurulunun görevden alınması talebi içeren bir soruşturma açıldı. Söz konusu açıklama iki gazetecinin SİHA saldırısı sonrası hayatını kaybetmesi üzerine yapılmıştı. Soruşturmanın açıldığı gün gazetecilerin öldürülmesini protesto için yapılmak istenen açıklamaya polis müdahale etmiş onlarca kişi gözaltına alınmış ve polise mukavemet gerekçesiyle yedi gazeteci tutuklanmıştı. 17 Ocak sabahı dört gazeteci daha gözaltına alındı. Gözaltı ve tutuklama giderek olağanlaştığı, soruşturmalarınsa sıradanlaştığı coğrafyada bütün bunlar normal ve sıradan kabul edilebilirdi. Ve muhtemelen öyle kabul ediliyor. Soruşturma ve gözaltılar, basın açıklamaları ve Twitter kampanyaları ile protesto ediliyor ve yeni bir soruşturmanın yeni gözaltının ve tutuklamanın gelmesi bekleniyor. Ülke ablukaya alınıyor ve zorbalık sıradanlaşıyor.
Fakat gözden kaçan bu baskının giderek yayıldığı ve adım adım herkesi cenderesine aldığı bir dönemin yaşandığı olgusudur. Zira soruşturma süreci içerisinde en az altı sol basın organının internet sitelerine erişim engellenmiş, Sosyalist parti ve mücadele örgütlerine yönelik gözaltı, tutuklama ve üyelerine yönelik baskı uygulaması gündeme gelmiştir. En basit basın açıklamalarında bile insanlar gözaltına alınırken, gözaltına alınanlar 2911”e muhalefet ve polise mukavemetten tutuklanmaktadır. Belediyeler kayyum ve operasyon baskısıyla kontrol altına almaya çalışırken kamuoyunda saygınlığı olan TTB ve İstanbul Barosu gibi kurumlar ablukaya alınmakta, dizayn edilmeye çalışılmaktadır. Kürt sorununa dokunan herkese baskı uygulanmakta deyim yerindeyse toplumsal muhalefet Kürt sorunundan uzak tutulmaya çalışılmaktadır. Kayyum hükümet politikaları ile uyuşmayan bütün kurumların tepesinde demokrasinin kılıcı gibi sallandırılan bir baskı ve dizayn verme aracına dönüştürülmüş ve giderek iktidar toplumun en küçük hücresine kadar toplumu denetim altına alacağı bir kayyum cumhuriyeti kurma yoluna girmiştir.
Erdoğan’ın esas hedefinin toplumun tümünün denetlendiği ve ses çıkaramaz hale getirildiği Türki cumhuriyetler modeline geçmek olduğu görülmektedir. 15 Temmuz sonrası ilan edilen OHAL’in kalıcılaşarak normalleşeceği, var olan tek adam yönetimin tüm zincirlerinden kurtulup babadan Oğula geçeceği ve sandık yoluyla devrilme koşullarının tamamen ortadan kalacağı yeni bir döneme doğru ilerlemeye çalışılmaktadır. Böylesi bir yönetim şeklinin yasal altyapısı meclis çoğunluğu marifetiyle neredeyse oluşturulmuştur. Sadece anayasal engellilerin ortadan kaldırılması sandığın bir tehdit olmaktan çıkarılması, toplum ve muhalefetin buna uyumlu hale getirilmesi süreci başlamıştır. Yapılmakta olan topluma ve esas olarak da muhalefete dizayn verme çabasından başka bir şey değildir. Muhalefet yasalcılığın cenderesine sıkıştırılmaya devletle uyumlu hale getirilmeye çalışılmaktadır.
Gözden kaçırılmaması gereken bir olgu da muhalefetin dizayn edilmesi çabasının aslında bir devlet politikası olduğu gerçeğidir. Bu yazının yazarının iddiası odur ki Türkiye NATO için bir tampon bölge olmaktan çıkmış Asya’nın ortalarına uzanan yeni operasyonel dalganın mızrak ucu olarak tarif edilmeye başlanmıştır. İçinden geçilen emperyalist paylaşım sürecinde Türkiye biçilen rol Rusya ve Çin’e kadar uzanan bölgede tüm Türki cumhuriyetler üzerinde operasyonel işlev görmesidir. Bu noktada devletin dizayn edilmesi ,toplumun buna uygun hale getirilmesi gereklidir. İçinden geçilen süreç tam bu dizayn sürecinin sağ versiyonudur. Erdoğan buradan Aliyev tarzı bir baskı rejimli kalıcılaştırılmaya çalışırken alternatif görünen liberal güçler ise NATO ile uyumlu bir şekilde solun bir çeşit Avrupa soluna dönüşmesini ,bu politikalarla uyumlu hale gelmesini istemektedirler. Erdoğan fiilen solu bitirmek isterken onlar solun özünü kurutmayı arzulanmaktadır.
Ne yazık ki sosyalist hareket adım adım bu cenderenin içine girmeye başlamıştır. Devlet söylem ve eylemde kendi sınırlarını gözaltı, tutuklama ve yasaklamalarla dayatırken bunu aşabilecek bir karşı duruş ve güç biriktirme yapılmamaktadır. İktidar toplumu dinsel baskıyla kontrol altına alırken LGBTİ’leri toplumsal alanda bir kırmızıçizgi olarak dayatmaktadır.
Aynı şekilde siyasal alanda Kürt sorunuyla yan yana gelmek ve devleti doğrudan karşı karşısına almak bir çizgi olarak dayatılırken emek hareketi doğrudan sermaye ve kolluk kuvvetleri ile sınırlandırılmaya çalışılmaktadır. Eylem yerleri polis tarafından belirlenmekte, atılmayacak sloganların uyarısı önceden yapılmakta yasal eylem yerlerinde, yasal sloganları aşabilecek bütün açıklamalar baştan yasaklanmakta direnen herkes gözaltına alınmakta ve tutuklanmaktadır. Kürt sorunundan uzak durulduğu ve devlet doğrudan karşıya alınmadığı sürece eylemlerin yapılabildiği bir ortam yaratılmıştır. Ya devletin solu olacaksınız ya da baskıyı göze alacaksınız. Eylem yöntemi ile yasalcılığın içine sıkışmayan muhalefet ise öz itibari ile burada kaldığını görmekten uzaktır. Kabul etmek gerekir ki Kürt sorunundan uzak durduğunuz ve devleti doğrudan karşınıza almadığınız sürece devletin sınırları içerisindesinizdir.
Kendisini sandığa sıkıştırmış ve iktidarı sandık marifetiyle devirmeye odaklanmış muhalefetin gözden kaçırdığı mesele, salt sandık eksenli siyasetin iktidarın isteğiyle uyumlu olmasıdır. Muhtemelen yeni seçim yaklaşırken seçim sistemi yeniden değiştirilecek dijital oy kullanma gündeme getirilecek ve sandık tekrar çalınacaktır. Oysa toplumun ağır bir ekonomik ve sosyal yıkımdan geçtiği bu süreçte öfkeyi sandığa kilitlemek bu öfkenin çürüyüp dağılmasına sebep olmak demektir. Sandığa kilitlenmiş bir muhalefetin kaderi sandıkta silmekten başka bir şey olmayacaktır. Ağır ağır bir dönüşsüzlük sürecine doğru ilerlendi görülmelidir. Türki cumhuriyetlerin yapısı düşünüldüğünde sokakta bile devirme koşullarının çok çok azaldığı görülmelidir. Köprüden önceki son çıkışa gelinmiştir.
Ortak bir demokrasi cephesi kurulması gerekiyor. Ancak emek ve demokrasi mücadelesi yürüten Türkiye sosyalist hareketi Kürt soruna ve savaşa değinmekten uzak duruyor. Aynı şey ne yazık ki savaşa karşı mücadele yürüten Kürt siyasi hareketi içinde tersten söz konusu oluyor. Savaşa karşı mücadele ,emek yoksulluk ve demokrasi mücadelesi ile birleştirilemiyor. Üçlü bir yan yana gelişe ihtiyaç vardır. Türkiye sosyalist hareketinin birbiriyle, bu hareketin Kürt özgürlük mücadelesi ile ve bu ikisinin bir bütün olarak toplumsal zeminle yan yana gelmesi gerekiyor. Bir yol bulmak ve başarmak zorundayız.