Kazdağı’nda süregelen doğa ve çevre katliamının açığa çıkması, birdenbire Türkiye’nin bir bütün olarak karşı karşıya olduğu ekolojik felâket tehlikesini görünür kıldı. Bu tehdit, küresel ısınma gibi dış etkenlerden çok bizzat hükümetin icraatının sonuçlarından kaynaklanıyor. Öyle görünüyor ki ülkenin yüzeyinde var olan değerleri dibine kadar yağmalayarak tüketen siyasal iktidar, şimdi de gözünü toprağın altına, su ve mineral kaynaklarına dikmiş durumda. Altın, bu kaynaklar içinde en iştah açıcı olanı.
Türkiye’de 1980’li yıllarda yükselmeye başlayan ekolojik bilinç, 1990’lı yılların başında Gökova Termik Santralı’na karşı kitlesel direnişle görünürlük kazanmıştı. AKP iktidarı döneminde inşaat sektöründeki yayılma ve enerji projeleri ile hız kazanan çevre ve doğa katliamı, Artvin’den Muğla’ya, Mersin’den Trabzon’a yerel direnişlerle başlayarak ülke geneline yayılan bir ekolojik direniş hareketi yaratmıştı. İstanbul Gezi Parkı’nda ağaçların kesilmesi karşısında ortaya çıkan başkaldırı, 2013 Haziranı’nda bütün ülkeye yayıldı. Başlangıçtaki ekolojik kaygı, kısa sürede bir dizi politik kaygıyla birleşerek bir sosyal harekete dönüştü. Erdoğan hala o sarsıntının şokunu atlatamamış olmalı ki Osman Kavala’nın hapsedilmesi gibi faşizan tedbirlerle Gezi protestoları bir adli vakaya dönüştürülerek kriminalize edilmeye çalışılmakta.
Geçtiğimiz hafta Kazdağları’nda yükselişe geçen ekolojik direniş, öncelikle ülkenin dört bir yanındaki benzer doğa katliamı vakalarını birleştirerek genel bir ekolojik başkaldırıya dönüşme potansiyeli taşıyor. Bu yönde çok fazla gösterge mevcut. Siyasal iktidar açısından bundan da vahimi, ekolojik protestoların bir kez daha bir dizi politik kaygıyla birleşerek geniş bir sosyal harekete dönüşme ihtimali olmalı. Bu yönde belirmekte olan alâmetleri de görmezden gelmek imkânsız.
Ekolojik olan zaten kaçınılmaz olarak politiktir. Bugün çevreci hareketin elinde çok iyi bir koz olduğunu görüyoruz. Milliyetçilerin şarkı/türkülerinde kurban olurum, hatta “ölürüm” diyerek ballandıra ballandıra tasvir edilen memleketin havasını, ağacını, suyunu, “ırmağının akışını” koruma mücadelesi verdiklerini vurguluyorlar. Toma, biber gazı, plastik mermi, jop, hatta pala ile üzerlerine saldırması muhtemel “milli” kuvvetlerin başlıca dayanağı böylelikle çürümüş oluyor.
Kazdağı’nda başlayan “su ve vicdan nöbeti” etrafında gelişen politik argüman bununla sınırlı değil. Altın çıkaran firmanın Kanada menşeli oluşu ve şirket yöneticisinin “Türkler çok iyi taş taşıyorlar” gibi bir ifadede bulunmuş olması da başlıca tetikleyicilerden. Sağcı çevreler buradan milli onurun zedelendiği sonucunu çıkarırken sol cenahta anti-emperyalizm, uluslararası kapitalizme karşı direniş gibi argümanlarla çevreci kaygıların birleştiğini görebiliyoruz. Afrika, dünyanın elmas, altın gibi değerli madenlerinin neredeyse tamamının çıkarıldığı ama açlık ve yoksulluğu ile ünlenmiş bir kıta. Sağ ve sol muhalefet, siyasal iktidarın Türkiye’nin zenginliklerini yabancılara peşkeş çekerek ülkeyi Afrika’ya çevirme tehlikesi arz ettiği noktasında birleşiyor. Burada, “yabancılar” vurgusu önemli. Çünkü Karadeniz yaylalarındaki HES, yol ve konut inşaatlarının yarattığı ekolojik yıkıma karşı mücadelede de esas olarak Arap yatırımcılar anlamında “yabancılar” vurgusu çok duyulmuştu. Kazdağı direnişi büyürken, çıkarılan altından elde edilecek kazancın dışarıya aktarılacağı özellikle vurgulanıyor.
Bu sağ ya da sol politik argüman, akıllara öncelikle şu soruyu getiriyor: Kazdağı, Fatsa, Sinop ya da Şirince vb. buralarda girişilen orman ve doğa katliamı yabancı değil de yerli firmalar tarafından yapılsa karşı çıkmamak mı gerekiyor? Ulusal ya da yerel ölçekte kazançlı bir iş olduğu takdirde toprağa siyanürle saldırarak doğayı tahrip etmek mübah mı olmuş oluyor?
Yeniden büyümekte olan muhalif harekete sürekli hatırlatılması gereken birkaç olgu daha var: On iki bin yıllık Hasankeyf dinamitlenerek tahrip ediliyor; Dersim ormanları askeri operasyon gerekçesiyle sistematik olarak yakılıyor; Munzur dağlarının tamamı daha dün maden sahası ilan edildi. Buralar da şu “uğruna ölürüm” denilen topraklara dahil ise, ne zaman bu hareketin talepleri arasında anılmaya başlayacak?
Louis Althusser, “ideolojinin dışı yok” diyor. Bu ülkede yaşayanlar için özellikle öyle. Sağcı/solcu, zengin/yoksul, iktidar/muhalefet gibi ayrımlar, milli kimliğin dokusunca emilmiş “Türk sorunu” kapsamında anlamını yitiriyor. Dışı yok.