Gazeteci Kemal Can ile söyleşimizin ikinci bölümünde süreç ve toplumun AKP’ye itirazının arka planını konuştuk:
Toplumdaki korku duvarları meselesi hiçbir zaman iktidarla ilgili değildi bence. Daha çok toplumun kendi gücü ve siyasi aktörlerin bununla ilgili üretilmiş vehimlerinden kaynaklanıyordu. Demokratik toplumu inşa konusunda siyasi zemin kurulamıyor. Problem bu
Nezahat Doğan
Gazeteci Kemal Can, süreç konusunda AKP ile MHP arasında farklar olduğunu, Erdoğan’ın sürece kendi iktidarına ne kadar yarar gözüyle baktığını ve temel problemin de bu olduğunu vurguluyor. Can’ın dikkat çektiği bir diğer önemli nokta ise süreç ile toplumsal itirazın birbirini besleyen bir enerji üretme potansiyelinin AKP’de endişeye yol açması. Can, AKP’nin toplumun sürece dahil olma kanallarını tıkadığını, bunu da siyaset dışı yollarla yaptığını vurguluyor. Can’ın altını çizdiği bir önemli husus da muhalefetin toplumsal itiraz ve süreci birlikte kurulacak demokratik toplumu inşa konusundaki politik dil ve bir siyasi zemini kuramaması. Can problemin bu olduğunu ve iktidar kadar muhalefetin içindeki zaafların buna yol açtığına işaret ediyor. İşte söyleşimizin ikinci bölümü…
- Erdoğan ne sonuç aldı? Ne öğrenildi bu süreçten?
Erdoğan toplumsal desteğini ya da siyasal tabanını genişleterek hep yaslandığı milli irade kozunun çok kuvvetli bir argüman olmaktan çıktığını uzunca bir süre önce fark etti. Bunu karşılamak için iki şeyden birincisi hep yaptığı gibi rakiplerini zayıflatmak, “kendin güçlenemiyorsan rakibini zayıflat,” prensibiydi. İkinci, milli iradeye dayalı çoğunluk fikrinin yerine güç ve başka gerekliliklerle bezenmiş beka davası bu işi sağlıyordu. Bu, kendi varlığına ve kendi iktidarına başka bir meşruiyet üretmekti. O da devlet olmak, devletin bizzat kendisi olmaktı. Bugün mesela iktidarı değiştirmeye çalışmak diye bir suç ihdas edildi ve birtakım insanlara bu suçlama ile soruşturma açıldı. Yani iktidarı değiştirmeyi düşünmenin suç olabildiği bir zemin yaratıldı.
- Tam bir otoriterlik…
Bu otokratik bir yönetimin en temel refleksidir. Yani iktidarı değiştirmeye kalkmak, devlete karşı olmak anlamına gelir. Bu eşleştirmeyi yaparak, seçim galibiyetinin asıl belirleyici olduğu iddiasını zayıflatan kayyım politikaları da bunun bir uzantısıydı. Son olarak Ekrem İmamoğlu’nun operasyonu da bunun bir parçası… Dolayısıyla bu iki yolu da kullanarak; hem kendisinin seçimle yenilmesi fikrini zayıflatıp hem de karşı taraftakilerin siyaset dışı enstrümanlarla önünü keserek bir sonuç almaya çalışıyor. Hem de bu parçaladığı ya da zayıflattığı muhalefetin birbiriyle arasındaki problemleri derinleştirmeye çalışıyor. Çeşitli çevrelerin birbiriyle problemlerini doğrudan partilerin içlerine elini sokarak bunu yapıyor. Mesela CHP’nin kendi içinde bile bir iç çekişmeyi kışkırtacak hamleler yapıyor veya mesela medyası aracılığıyla bu konuda yoğun bir enformasyon faaliyeti yürütüyor.
- Muhalefet partilerinin biraraya gelişini engellemeye yönelik bir strateji de söz konusu mu?
CHP süreçle ilgili başlangıçtan itibaren büyük bir heves göstermemiş olsa bile, CHP, İYİ Parti’nin, Zafer Partisi’nin yaptığı gibi kategorik bir karşı pozisyon, teması kesen bir tutum almadı. Buna karşılık DEM Parti de sürecin içerisinde diğer muhalefet aktörlerinin ve özellikle CHP’nin mutlaka bulunması gerektiği sözünü tekrar etti. 19 Mart sürecinde de hem ziyaretleri ile hem paylaşımlarıyla pozisyon aldılar. Dolayısıyla kurumsal aktörleri zaman zaman kendi tabanlarından aksi tazyikler gelmesine rağmen dirayetli ve daha önceki zamanlara göre daha sağduyulu davrandıklarını söyleyebiliriz. Fakat iktidarın sürecin içerisinde bu aradaki temasın ortak bir enerjiye, hakikaten demokratik siyaseti genişletecek bir yeni zemin oluşumuna imkân verecek bir ortak talebe dönüşmesinin önünü kesebilecek hamleleri de yapacağını düşünüyorum.
- Devlet Bahçeli’nin açıklamalarında hem sürecin hızlandırılması hem de bağımsız ve güven duyulan bir yargı ortamının oluşturulması vurgusu var. Bu ne anlama geliyor?
Bu iş bir an önce olsun diye bir tazyik var. Hatta daha önce tarih de vermişti. Ama yargı bağımsızlığı meselesi ve başka konulardaki göndermeleri ise doğrudan iktidar tarafına ve Erdoğan’a dönük. çünkü yargının bağımsızlığını sağlayacak olan muhalefet ya da parti değil.
- Süreçte bir tıkanmışlık ortaya çıkmış gibi duruyor. Bahçeli ise önümüzdeki dönemde yeniden devreye girer mi? Bir sonraki adım ne olabilir?
Benden böyle duymaya çok alışık değiller ama bu konuda gayet net bir şey söyleyeyim. Erdoğan bütün süreçlere, bütün siyasi hamlelere, müdahalelere birinci sırada “bundan benim ne menfaatim var,” diye bakar. Bir sürü insanın zekâ zannettiği kurnazlıkta temel davranış kalıbı budur. Bu meseleyle ilgili sürecin tıkanması yine bu sorunun etrafındaki bir meseledir diye düşünüyorum. Bahçeli ile farklarını oluşturan temel mesele de yine budur. Şu anda sürecin açılıp açılmayacağı, açılırsa nasıl ilerleyeceği konusundaki gelişmeyi de bu sorunun cevabı verecektir. Erdoğan’ın, tıpkı 2013’te olduğu gibi, bu sürecin öngörüldüğü gibi gitmesi durumunda kendi menfaatinin ne olduğu konusundaki soruya henüz net ve tatmin edici bir cevap almadığı kanaatindeyim. Yaşadığımız problem de budur.
- Geçmiş dönemde “seni başkan yaptırmayacağız,” diyen Selahattin Demirtaş uzun süredir tutuklu. Cumhurbaşkanı adayı Ekrem İmamoğlu tutuklu. Siyasetçiler, sanatçılar, gazeteciler, öğrenciler, oyuncular tutuklu… Buna karşılık demokrasi, barış ve hukuk için kitlesel bir direniş var. Bu süreç nereye doğru evrilebilir?
Türkiye şu anda aslında pek çok demokratik olduğu düşünülen ülkelere göre bile demokratik refleksleri hiç de küçümsenmeyecek bir ülke. Türkiye aslında vazgeçmeme inadıyla da ayrışan bir örnek. Pek çok ülkede otoriter dalgaya direnç bu kadar kuvvetli olmadı, olmuyor. Avrupa’da özellikle aşırı sağın, ırkçı milliyetçi partilerin büyük bir patlama yaptığı, otoriterliğin yükseldiği örnekler yaşıyoruz. Tırnak içinde daha klasik, demokrasiye bağlı bütün merkez partilerinin zayıfladığını görüyoruz. Türkiye bu açıdan biraz farklı bir örnek oluşturuyor. Türkiye’de çok çeşitli kesimlere aynı anda baskılar uygulanabiliyor ve toplum bunlara hakikaten yüksek reaksiyon veriyor, pek çok sert yenilgiye rağmen vazgeçmiyor. Bu baskıya teslim oluyor ve hep tartışılan Putin vari bir Rusyalaşma sürecine de düşmüyor, bir gevşeme yaşanmıyor. Buna karşılık Erdoğan iktidarı 2015 Haziran’dan itibaren bir azınlık iktidarıdır ve o kadar senedir azınlıkta iktidarda kalmayı başarmıştır. Şu anda saydığınız örnekler; Demirtaş, İmamoğlu hatta onun yanında Ümit Özdağ da koyalım, üçü de hapiste. Ama üçü ile ilgili itirazın birlikte tek ses haline gelmesini engelleyebilen bir iktidar görüyoruz hala. Türkiye’de toplumun dinamik kesimleri, özellikle büyük şehirler çok kuvvetli reaksiyonlar gösterdi. Neredeyse 10 senedir hiçbir merkezi olmayan, aslında doğrudan birinin kontrol edip yaratabileceği şeyler halinde görülmeyecek büyüklükteki tepki potansiyellerinin ortaya çıktığını, kendiliğinden birtakım ifadelerini bularak meydanlarda kendini gösterdiğine şahit olduk. Toplumun neyi istemediği konusunda kendiliğinden gelişen bir dinamik işliyor. Ama neyi istediği konusunda; yani o birlikte kurulacak demokratik toplumu inşa konusundaki politik dil ve bir siyasi zemin ne yazık ki kurulamıyor. Problem bu.
- O birlikte kurulacak demokratik toplum, siyasi zeminde yeterince anlatılamıyor mu topluma?
İktidar siyasi aktörlerin siyasi alanının içerisinde genişleyen ve asıl olarak toplumun ihtiyaç, sorun ve taleplerini siyasi zeminde tartışan bir imkân yaratmasına izin vermiyor. Bunun çeşitli yollar, çoğunlukla da siyaset dışı araçlar kullanarak yapıyor. Süreç de aslında benzer biçimde işledi. Özellikle Erdoğan süreci de siyaset dışı araçları kullanarak yürütmeye çalışıyor. Sürecin bütün toplumun parçası halinde hissedebileceği bir sorun tartışması oluşmasına ya da siyasi zeminin bir başlığı haline dönüşmesine izin vermiyor. Toplum müzakere eden, tartışan, taleplerini siyasi alana taşıyarak kendini ifade eden dinamik bir yapı. Siyaseti büyük ölçüde aktörler arası pazarlığa indirgediğiniz zaman, meselenin siyasileşmesini ertelediğiniz zaman, o sürecin ortak bir süreç olmasını da geciktiriyorsunuz. Süreçle ilgili Erdoğan’ın sessizliği ya da müdahale biçimi büyük ölçüde böyle ilerledi. Şu anda toplumda rahatsız olunan şeylerle ilgili çok yüksek bir potansiyelin kendini açığa vurma istidadı olduğunu görüyoruz. Ama bunun herkesin kendisini içinde hissedeceği bir sürece evrilmesi için daha güçlü bir siyasi zemin ve her şeyin bu siyasi zeminde açıklıkla konuşuluyor olması lazım. Henüz böyle bir vasat oluşmuş değil ve zaten de büyük ölçüde baskıların devamı da insanları yıldırmaktan çok, bu zemini tahrip etmeye çalışmak ya da oluşmasını engellemek.
- Korku duvarları aşıldı mı sizce?
Toplumdaki bu korku duvarları meselesi hiçbir zaman iktidarın yapabilecekleri ile ilgili değildi bence. Daha çok toplumun kendi gücü ve siyasi aktörlerin bununla ilgili üretilmiş vehimlerinden kaynaklanıyordu. Yani çok klasik tabirle, işte “bizi sokağa çekmek istiyorlar,” ya da işte “biz eğer çok yüksek bir reaksiyon verirsek onlar konsolide olur,” gibi tamamen varsayımsal korkular, iktidarın yarattığı baskı aygıtından daha çok sonuç alıyordu bence. Ama bu son düzlükte zaman zaman bunun kırıldığı eşikler görüyoruz. Mesela çok yakın zamana kadar “bizi sokağa çekmek istiyorlar,” lafı artık kimse tarafından kullanılmıyor. Yine boykot gibi çok aktif siyasi müdahale imkanlarının yerine “sadece sandığı bekleyin. Biz gereken cevabı vereceğiz. Geliyoruz iktidara, bunlar koptu gitti,” ifadelerinden ibaret siyaset güdüklüğünü, artık doğrudan bunu çok savunan aktörlerin bile dile getirmediğini görüyoruz. Yani bunların hepsi aslında korku eşiği değil, kendi zincirlerinden kurtulmanın göstergesi.
- Siyasette ve siyasetin dilinde daha yaratıcı yeni yol ve yöntemlere mi ihtiyaç var?
Aslında evet. Artık her seçimden sonra muhalefet partilerinin, hani lig maçlarında yenilgi almış takımın oyuncularının soyunma odasında bir sonraki maça bakacağız demeçleri gibi dört sene sonraki seçimi adres vererek siyasi tatile girmesinin; siyaset denilen şeyi ya da siyasi alanın daralmasına iktidarın baskıları kadar katkı verdiği görülüyor. Siyasetin dinamik bir mesele olduğu, siyasi alanın genişletilmesinin de bütün sathın siyasi bir alan haline dönüştürülmesiyle mümkün olduğu fark ediliyor. Bunun içerisinde yaratıcılık da var, cesaret de var, inat da var. Dolayısıyla taleplerin ifade edileceği siyasi zeminleri oluşturmanın tek yolu sandıkta 4 senede, 5 senede verilen oy değil. Eğer öyle olsaydı bu çoğunlukçu sistemlerin ya da bu iktidarın senelerdir kullandığı gibi seçimi alanın her şeye hakkı olduğu kabulünü yaşıyor olurduk galiba. İşte asıl bunu kabullenmeyen ve bununla ilgili itirazından vazgeçmeyen toplum her zaman umut vaat eder.
‘Umut fakiri değiliz’
- Kemal Can’ın derdi ne?
Türkiye pek çok açıdan büyük riskler ile karşı karşıya. Küresel dinamikler çok ciddi riskler içeriyor. Bölgesel sorunlar büyük tehlikeler içeriyor. Toplum olarak şu anda içinde bulunduğumuz şartlar hiç parlak değil. Ama Türkiye defalarca gösterdiği gibi umut açısından fakir bir ülke değil. Bu da beni iyimser yapmaya yetiyor.