22 Nisan günü, Keşmir’de gerçekleşen bir cihatçı saldırıda 28 sivil öldürüldü. Hindistan yönetimi altındaki sınır bölgesinde gerçekleşen bu katliamda kurbanların çoğunluğu Hindu turistlerdi. Saldırıyı Leşker-i Tayyibe adında Pakistan devleti tarafından desteklenen bir cihatçı örgüt üstlenince Hindistan, olaydan Pakistan’ı sorumlu tuttu.
Nükleer silahlara sahip iki komşu ülke arasındaki gerilim, karşılıklı beyanlarla tırmanırken Türkiye’den devasa bir savaş gemisi (Büyükada korveti) Pakistan’a doğru yola çıktı. 27 Nisan günü de TSK envanterinden Hercules sınıfı bir nakliye uçağı Karaçi’ye indi. Büyükada korveti 5 Mayıs günü Karaçi limanına demirledi. Türkiye, “dost ve kardeş” Pakistan’a destek için seferber oluyordu.
7 Mayıs sabaha karşı Hindistan’dan beklenen misilleme geldi. Sindar operasyonu adı verilen bu saldırıda sınır bölgesinde konuşlu cihatçı kamplar vuruldu. Pakistan, kendi toprakları içinde yapılan bu harekatı bir savaş durumu olarak niteledi ve Hint hava kuvvetlerine bağlı üç jeti düşürdüğünü açıkladı. Karşılıklı uçak ve drone saldırıları, sınır bölgelerine füze ve top atışları biçiminde süren çatışmalar, 10 Mayıs günü bir ateşkesle sonuçlandı. Hindistan, cihatçı kadro ve altyapıların hedef alındığını belirtirken Pakistan sivillerin öldürüldüğünü ve öz-savunma hakkını kullandığını ileri sürüyor. Türkiye, dünya kamuoyu içinde Sindar operasyonu nedeniyle Hindistan’ı kınayan tek ülke oldu.
İki komşu ülke arasında Keşmir anlaşmazlığı 1947’den bu yana devam ediyor ve bu türden kısa süreli savaşlar sıklıkla yaşanıyor. Öte yandan Türkiye, kuruluşundan itibaren Pakistan devletinin müttefiki. Soğuk savaş boyunca Türkiye ve Pakistan İran’la birlikte NATO benzeri bir askeri ittifak olan CENTO üyeleriydi. 12 Eylül cunta başkanı Kenan Evren’le Pakistan diktatörü Ziya ül Hak arasındaki yakın dostluk dillere destan olmuştu. Pakistan, Türkiye’nin Kıbrıs’taki askeri faaliyetlerine destek kıtaları göndermiş ve 1983’te kurulan KKTC’yi tanıma niyetini açıkladıktan sonra uluslararası tepkiler karşısında vazgeçmek zorunda kalmıştı. Türkiye devleti de bütün uluslararası ihtilaflarında Pakistan’ı destekledi.
Türkiye ve Pakistan arasındaki işbirliği, siyasi, ticari ve askeri boyutları yanında ideolojik bir niteliğe de sahip. İki Müslüman ülkede de iktidardaki güçler, aynı dönemlerde siyasal İslamcı ideolojiyle ve cihatçı faaliyetlerle iç içe duruyorlar. Siyasal İslam’ın en namlı örgütlerinden olan Taliban örgütü, 1990’lı yıllarda doğrudan Pakistan gizli servisi (ISI) tarafından kurulmuş ve geliştirilmişti. Afganistan sınırındaki Peşaver vilayeti, yıllarca Taliban’ın anayurdu olarak bilindi ve halen öyle. Cihatçı terörün bir başka markası olan El Kaide ve dolayısıyla IŞİD de Pakistan’da güçlü köklere ve kadrolara sahip. Osama bin Laden, yıllarca Pakistan’ın Abbottabad bölgesinde ikamet etmiş ve 2011’de bir Amerikan operasyonuyla orada öldürülmüştü.
Türkiye’nin siyasal İslamcı iktidarı, Suriye iç savaşı boyunca Pakistan modelini adeta tekrarladı. ÖSO ve ardından Suriye Milli Ordusu adını alan İslamcı çeteler Türkiye toprakları içinde kurularak eğitildi. 2010’lu yıllar boyunca dünya kamuoyu Türkiye’yi bu nedenle bir “cihat otobanı” olarak adlandırdı. El Kaide ve IŞİD liderleri birbiri ardına hep Türkiye sınırına çok yakın bölgelerde bulunarak infaz edildi. Cihatçı çetelere Suriye içinde sürekli lojistik destek verildi ve özellikle Antep bölgesi sıklıkla Peşaver’e benzetildi. Birçok cihatçı grup, Türkiye koruması altındaki Idlib vilayetinde üslenme olanağı buldu. Bunlardan IŞİD’in Suriye kolu olarak bilinen El Nusra, Colani liderliğinde HTŞ’ye dönüştü. 1996’da Taliban ordularının Peşaver’den Kandahar’a ve oradan da Kabil’e yürümesi misali, HTŞ kuvvetleri de geçtiğimiz Aralık ayında Idlib’den Halep ve Humus’a, oradan da kısa sürede Şam’a yürüdü.
Öyle görünüyor ki, ABD tarafından soğuk savaşta Asya ve Ortadoğu’yu komünizmden koruma misyonu çerçevesinde eğitilip donatılan Türkiye ve Pakistan militarizmleri, yeni dünya düzeni içinde farklı bir ideolojik ortaklık üzerinden yakınlaşıyor. İki devlet de uzun süredir kendilerini İslam ülkelerinin sınırlarını gayrı Müslim devletlerden koruma misyonuyla yüklü olarak kurguluyorlar. Huntington’ın Medeniyetler Savaşı teziyle birebir uyum içinde, Türkiye Batılı Hıristiyan tehdidi, Pakistan ise Asya kaynaklı Hindu tehdidi karşısında İslam dünyasının kaleleri oldukları inancındalar. Yalnızca koruma değil elbet, cihatçı doktrin gereği fırsat buldukça Dârülharp içlerine yayılıp Dârül İslam’ı genişletme hevesi de her daim içlerinde. Afganistan, Suriye ve en son Keşmir vakaları, cihatçı bir mercekten böyle görünüp algılanıyor.
Türkiye ve Pakistan ordu ve donanmalarının sıklıkla yaptığı ortak tatbikatlar, iki devlet arasındaki askeri ittifakın vitrinini oluşturuyor. Bu görüntünün arkasında, son yıllarda büyük artış gösteren silah ticareti bulunuyor. Türk askeri sanayisi 2015’ten bu yana Pakistan’a yaptığı ihracatta %103 artış kaydetmiş. İhraç kalemleri arasında zırhlı araçlar, füzeler ve savaş gemileri bulunuyor. Ayrıca drone ihracatında da son yıllarda rekor seviyeye ulaşılmış. 27 Nisan’da Pakistan’a inen Hercules tipi uçağın drone yüklü olduğu iddia ediliyor. Türkiye dışişleri her ne kadar bu inişin yakıt nakli amaçlı olduğunu söylese de kısa süre zarfında buna benzer 6 sevkiyatın yapıldığı iddiaları var. Hindistan genelkurmayı, son çatışma süresince 300’den fazla Türk yapımı drone düşürdüklerini ifade ediyor.
Ateşkes ilanının ardından Hindistan da Pakistan da bir zafer kazandığını iddia ederek resmi kutlamalar yaptılar. Türkiye’nin iktidar medyası da günlerdir Pakistan’ın büyük bir zafer kazandığını ve bunda Türkiye’nin siyasi ve askeri desteğinin büyük payı olduğunu ilan ediyor. Değnekli “uzmanlar”, Türk savaş sanayinin yaptığı büyük atılımın son Keşmir savaşıyla tescil edildiğini ilan ediyorlar. Bu şahıslar bazen hızlarını alamayıp işi, Hindistan’ın İsrail yapımı dronelar kullanmasından hareketle aslında bir Türkiye-İsrail vekalet savaşı yaşandığı ve Türkiye’nin İsrail’e üstünlüğü sayesinde Pakistan’ın galip geldiği iddiasına kadar götürebiliyorlar. Ekranlarda neyin söyleneceği konusunda dezenformasyon dairesi tarafından düzenli talimatlar verildiğine göre, bu hamasi fikirlerin bu uzmanların kafasına Saray iktidarı tarafından sokulduğu tartışılmayacaktır.
Kendi ülkesinde ve bölgesinde bir barış sürecine girdiği izlenimi veren Türk devleti, belli ki başka coğrafyalarda da olsa illaki bir çatışma ve savaşın içinde olmadan kendini rahat hissetmeyecek.