Toplumsal barış için gerekli olan örgütlenmeler, kurumsallaşmalar, eylem ve etkinlikler devam ederken erkek egemen zihniyetle mücadele kararlılığı iddialı olmak durumundadır. Bu sorun sadece kadınların değil; barışı ve demokratik toplumu isteyen erkeklerin de sorumluluğu altındadır
Figen Aras
Kıymeti bilinmeyi hak eden bir zaman aralığından geçiyoruz. Hükümet temsilcileri ile Kürt Halk Önderi sayın Öcalan arasında gerçekleşen diyalog süreci toplumun hemen her kesiminde benzersiz bir etki yaratmış durumda. Bu etkiler farklı kimliklere, farklı kültürlere göre yoğunluk açısından değişkenlik gösterse de Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez ortak ruhu yakalama noktasında önemli fırsatlar yakalanmış durumda.
Gün içerisinde yeni sürecin genel toplumsal sorunlara çözüm olacağına dair söylemler dile getirilirken, kendimizle baş başa kaldığımızda ya da bir dost sohbetinde hayallerimizin içine yaşadığımız bedellerin giderilmesine dair öncelikler de girebiliyor. Anadilimiz yasaksa, bir yakınımız zindandaysa, işten atılmışsak, atanamamışsak, mahkemelerde dosyalarımız varsa, Avrupa’ya iltica etmişsek, yoksulsak, düşüncelerimizi dile getirmekten korkuyorsak…
Hannah Arendt’in dediği gibi insanın yarası nerede en çok kanıyorsa orası onun öncelikli kimliği oluyor. Evladını yitirmiş analar başka evlatlar ölmesin diye yeni sürecin ciddiyetle yürütülmesi gerektiğini söylüyor, cezaevinde hasta tutsak yakınları olanlar ilk düzenlemelerde başta hasta tutsaklar olmak üzere tüm tutsaklara özgürlük olacağı beklentisini taşıyor.
Yoksullar, kimsesizler, yaşlılar, engelliler savaşa aktarılacak paranın artık yaşanan ekonomik krizden çıkılmasında fayda sağlayacağını düşünüyor, gençler iş imkanlarının artacağına dönük olanaklar yakalandığını biliyor.
Ekolojistler savaşın doğa üzerindeki tahribatlarının son bulacağı öngörüsünü taşıyor, üniversite öğrencileri bu sürecin başarıyla tamamlanmasıyla özgür düşünce önündeki engellerin de kalkabileceğini tartışıyor. KHK ile ihraç edilenler yapılan görüşmelerde işe geri dönmeleri için gerekli düzenlemelerin de dile getirilmesini talep ediyor.
Elbette ki tüm bunların Öcalan’ın çağrısını kapsayan barış ve demokratik toplumun hayata geçmesi ile mümkün olacağı ortadadır. Ancak jineolojî dergisindeki yazılarda ve buluşmalarda da dile geldiği gibi pozitivizmin etkilerine karşı dikkatli olmamız gerekiyor. Sadece olgular üzerinden sorunları ele alma, sorunların çözümüne dair parçalı bakış açısı pozitivizmin etkileri arasında yer alıyor. Tek bir sorunun çözülmesiyle yaşamın güzelleşmesi evrenin diyalektiğine ters düşmektedir. Evet sorunların en derini olan zihniyet sorununu çözmek elbette ki en değerli bakış açısı. Ancak tek taraflı düşünüp bizim için çok değerli dediğimiz çözüm diğer çözümleri beraberinde getirmiyorsa toplumsal barışın inşası imkansız oluyor. Hiçbir sorun bir başka sorundan bağımsız çözülemiyor. Yaşam bir bütün ise sorunlar birbirini doğurduğu gibi çözümünde de birbirine bağlı olarak bekliyor. Düşünce özgürlüğü yoksa ekonomik krizin aşılması, yasal düzenlemeler yapılırken anadilde eğitimin ele alınmaması, savaşın durmasıyla doğa tahribatları da duracak diye düşünürken maden aramaları için toprağın işgal edilmesi, kayyum politikalarına son verilecek derken fuhuşun, uyuşturucunun, yozlaşmanın hızla yaygınlaştırılması, anayasal düzenlemeler gelsin diye beklerken uygulamalarda hayal kırıklığı yaşanması, Kürt ve Türk birlikte halay çekerken arka bahçede mültecilerin hasretle onları izlemesi… Tüm farklılıkların, tüm sorunların çözüm odağına kendi öz irademizi koyarak, yeni süreci inşa etmenin toplumsal sorumlulukları üzerimize düşüyor.
Ancak sorun yine de çözülmüyor.
Öcalan’ın çağrısı ve PKK’nin kendi kongresi ile bu çağrıya verdiği yanıtın ardından devletin bu konuda neler yapacağı beklentileri –çeşitli güvensizlikler yaşansa da- devam ederken hayati bir konu gözden kaçırılmamalı elbette. Dünya barış deneyimlerinde de ender görülen, taraflardan birinin “kendini kadın özgürlükçü olarak” deklare etmesi önemli bir kavşaktır. Bu da demokratik bir toplumu birlikte inşa edeceksek kadın özgürlüğü esasları üzerinden tavizsiz bir duruş gösterilmesi demektir. Bir ülkede her gün kadınlar öldürülüyor, tecavüze uğruyor, şiddetin her türü kendilerine layık görülüyorsa, o ülkede kadınlar çöplerden çocukları için ekmek topluyorsa, yaşamın her alanında cinsiyetçilik ideolojisi bir devlet politikası olarak hayata geçiriliyorsa, çözümlenecek denen tüm sorunlar reel sosyalizm deneyiminde olduğu gibi başa döner ya da dibe vurur. Kadınların özgür olmadığı bir ülkede barış kalıcı olamaz, ekonomik krizler çözülemez, çocuklar özgür büyüyemez, demokrasi hayat bulamaz… Çünkü insanlığın tarihsel, kültürel ve bilimsel değerlerini toplumsallaştıran bir varoluş kimliği olan kadınlar özgür olmadıkça tüm kölelikler devam edecektir. Barış görüşmeleri başlayabilir, toplumlar nefes alır konuma gelebilir ancak kadın üzerinden geliştirilen cinsiyetçi politikalara yasalarda ve uygulamalarda derhal müdahale edilmediğinde bu süreç heba edilmiş olur. Toplumsal barış için gerekli olan örgütlenmeler, kurumsallaşmalar, eylem ve etkinlikler devam ederken erkek egemen zihniyetle mücadele kararlılığı iddialı olmak durumundadır. Bu sorun sadece kadınların değil; barışı ve demokratik toplumu isteyen erkeklerin de sorumluluğu altındadır.
21. yüzyılı barış dolu, demokratik toplum içinde yaşamak istiyorsak, ekolojik dengeyi doğal toplum zihniyetiyle sağlamak istiyorsak, yoksulluğu yok edip emeği özgürleştirmek istiyorsak, inançları özüne döndürmek istiyorsak kadın özgürlüğü eksenli düşünce yönteminin açığa çıkaracağı hakikat, insanlığa sunulacak en değerli armağanlardan olacaktır.