Rojava’ya sahip çıkmak çocuklarının düşlerine ve direnişlerine sahip çıkmak demekti, çünkü Rojava’ya sahip çıkmak kendilerini yok etmeye çalışanlara karşı biz varız ve biriz, demekti
Reyhan Hacıoğlu
2014 yılından önce “Kobanê neresidir?” diye sorulsa, benim gibi birçok insan muhtemelen ya bilmezdi ya da muğlak cevaplar verirdi. Ama şimdi adını bütün dünyanın duyduğu o kent, bütün halklar ve özellikle Kürtler için direniş, zafer ve en önemlisi de binlerce bedelle alınmış vatan demek.
Bugünlerde Kürtlerin çok sık kullandığı “Eger em nebin yek, em ê herin yek bi yek! (Birlik olmazsak, bir bir yok oluruz!)” sözü, dört parçaya bölünmüş, her parçası ayrı bir saldırı altında olan bir halk için en anlamlı söz öbeği olsa gerek. Buna karşı yüz yıllardır direnen halk, bugün hem birlik olmak hem de saldırılara karşı durmak için yeniden direniş mevzilerinde.
Dilleri, kültürleri, varlıkları için direnen bu halk, aynı zamanda ‘Üçüncü Yol’ çizgisi ile dünya halklarına da umut olmanın -belki de- bedelini ödüyor, uzunca bir zamandır.
İşte ödenen bu bedeller ve direnişe ses olmak için Kürdistan kentlerinde nöbet eylemleri başlatıldı. Ben de Nisêbîn’in ardından Kobanê sınırındaki Pirsûs’tayım (Suruç).
Oğlu Kobanê’de olan anne
Arabadan iner inmez bir anneyle çarpıştık. Gülen gözlerle bana “Qewet be qîza min!” (Kolay gelsin kızım)” deyince hemen soru sorma cesareti buldum: “Kobanê ve savaş üzerine haber yazıyorum, birkaç soru sorabilir miyim yadê?” “Kobanê nakeve, meraq neke! (Kobanê düşmeyecek, merak etme)” deyince daha bir sokuluyorum anneye. Aslında amacım anneyi beraberimdeki TV muhabirlerine röportaj vermesi için ikna etmekti, ama öyle etkileyici, öyle güçlü duruyordu ki arkadaşları unutup kendim soru sormaya başladım. Geç olmadan öğrendim güçlü duruşunun nedenini; oğlu on yıldır orada direniyormuş… Ne kadar ısrar etsek de görüntü ve fotoğraf vermeden, üstüne bir de benim fotoğrafımı çekerek gidiyor anne, biz de arkasından bakakalıyoruz sadece.
Kente yaşamın dili Kürtçe
Nöbet alanına geçmeden, sokak çekimleri için arkadaşları yalnız bırakıp şehri gezmek istiyorum. İlçede, kayyımın bilerek, DEM Parti’nin ise birçok alt yapı ve üst yapı çalışmasından kaynaklı henüz çözemediği çamurlu sokakların yanında ilk dikkatimi çeken şey yaşam dilinin tamamen Kürtçe olması oluyor. İroni gelebilir ama yıllardır asimilasyona karşı bir direniş olsa da, bir süredir gördüğüm şehirler arasında en çok buranın yaşam dili Kürtçe. Ki gezdikçe bu durumun duyguya etkisini de görüyor insan.
Çok büyük bir ilçe değil Pirsûs, halkının tamamının Kürt olmasının yanı sıra Kürt özgürlük mücadelesi ile bağları da çok güçlü. Herkesin en büyük derdi ve öfkesi yanı başlarındaki Kobanê’nin yine saldırı altında olması.
Güneşe durmuş iki amcaya yaklaşıp “Biraz oturabilir miyim?” diyorum. Gazeteci olduğumu ve nöbet için geldiğimi söylüyorum. Amcaların ikisi de senkronize bir şekilde “Allah ‘canını’ alsın da bu halk kurtulsun” deyince gülüyoruz.
Biraz sohbetin ardından onlardan ayrılıp dolaşmaya devam ediyorum. Kapısı açık birkaç esnafın duvarında Yılmaz Güney’in fotoğrafı ilişiyor gözüme.
‘Başkan isterse savaş durur’
Sonra bir anneyi bulup ona da soruyorum hemen: “Ne olacak bu savaşın sonucu, Kürtlere neden savaş açmış yine devlet?”
– Bi me nikarin, lewma êrîşe me dikin! Gava Serok bibêje bila şer bisekine, wê şer bisekine! (Bizi yenemedikleri için bize savaş açıyorlar. Başkan (Abdullah Öcalan) savaş dursun derse savaş durur.)”
Yolda bir arabanın etrafına toplanmış birkaç kişiyi görünce bu kez onlara yanaşıyorum. Daha hiçbir şey söylemeden, sanırım elimdeki fotoğraf makinesinden gazeteci olduğumu anladığından, pazarcı hemen biraz ilerden gelen amcayı işaret ediyor, “Ona sor, ona sor!” demek istiyor.
Çok geçmeden sebebini de anlıyorum. Derdimi anlatıp sohbet etmek isterken anlatmaya başlıyor, meğer içi doluymuş, zaten anlatacağı varmış.
– Hezar sale ev der axa me ye. Pirsûsê dorpêç kirin e, li dora wê nobetê digirin, lê vala ye! Şaraderiyên me ji me sitendin, ka bû çi? Me cardin ji wan sitend! Em zimanê xwe dixwazin, em azadiyê dixwazin. Jî ber van daxwazan ka mirov têne kuştin? Lê va ye dikin! (Bin yıldır burası bizim toprağımız. Suruç’u ablukaya almışlar, başına da nöbetçi koymuşlar, ama boş! Bak belediyeleri aldılar da ne oldu! Yine aldık. Biz özgürlük ve dilimizi istiyoruz. Bir insan bunu istedi diye öldürülür mü? Ama yapıyorlar işte.)
– Belê, lazim e çi bê kirin? (Peki ne yapmak lazım?)
– Hişyarbûn! Lazim êdî Kurd hişyar bibin! (Uyanmak! Kürtlerin artık uyanması lazım.)
Birlikte yürüyoruz, adımları hızlanınca nedenini soruyorum. “Nöbete yetişmem lazım,” deyince pazarcının neden ona sor dediğini anlıyorum.
Polis alana girişleri engelliyor
İlçe girişinde geçtiğimiz kontrol noktalarının ardından şehirdeki polisin varlığı da gözle görülür cinsten. Arkadaşların yanına dönüyorum ben de ve nöbet alanına geçmek için köşe kapmaca başlıyor!
Evet, durum tam olarak bu. Alandaki gazeteci arkadaşlara ve halka ulaşmak için yola çıkınca ilk noktadan alana alınmıyoruz, gazeteci olduğumuzu söylesek de nafile.
Alana ulaşmak için yan yollardan, uzak bir mahallenin sapa yerlerinden geçmeyi deniyoruz. Sonunda varıyoruz varmasına ama 100 metre ilerde olan kitle ile aramızda polisler, TOMA ve Akrep’ler dizmişler. Yetmemiş, boş arazinin ortasına da polisleri yerleştirmişler.
‘Kurmê darê…’
Kobanê ise birkaç kilometre ötemizde. Buradaki girişimimiz de sonuçsuz kalınca ilçeye geri dönüyoruz.
Bir saat sonra bölünen kitle de ortaklaşmak için geldiğimiz alana geliyor ki bu alan sonraki günlerde nöbet alanı oluyor. Açıklama yapılıyor, o arada arkamda duran polislerden amir olduğunu düşündüğüm polise, Kürt bir polisin Kürtçe konuşmaları tercüme etmesi dikkatimi çekiyor.
Yıllarca önce, gazeteciliğe ilk başladığım süreçte, İstanbul’da annelerin bir eyleminde önlerini tutan polis Kürtçe konuşunca bir anne olanca cesareti ile parmak sallamış ve “Kurmê darê, ji darê ye! (Ağacın kurdu, ağaçtandır!)” demiş, polis de anneleri durdurmayacağını anlayınca mahcup bir tavırla yana çekilmişti. Bugün o sözün ne anlama geldiğini bir kez daha deneyimlemiş oldum.
‘Rojava demek çocukları demekti’
Açıklama bitiyor, gazeteci arkadaşlar gelenlerden görüş almaya çalışırken, bir anneyi yakalıyoruz. Arkadaşlara konuştuğunu söyleyen anne beni ikna edemeyince gülerek “Ez axivîm axivîm, min ji bo keçika xwe axivî! (Röportaj verdim, kızım için konuştum.) Onun da kızı 10 yıldır Kobanê’deymiş.
Nisêbîn’de “sınırın” anlamsızlığını öğreten halk, şimdi ise direnmenin anlamını ve duygusunu anlatıyordu. Çünkü Rojava demek çocukları demekti. Çünkü Rojava’ya sahip çıkmak çocuklarının düşlerine ve direnişlerine sahip çıkmak demekti, çünkü Rojava’ya sahip çıkmak kendilerini yok etmeye çalışanlara karşı biz varız ve biriz, demekti.
‘Bu savaşı birlikte durduralım’
Kuşkusuz her dövizin bir mesajı vardı alanda ama beni en çok etkileyen dövizlerden biri, üzerinde “Unutmayacağız!” yazan, Nazım ve Cihan’ın fotoğraflarının olduğu döviz ile 2015 yılında Kobanê ile dayanışmak için yola çıkan ama tam da burada katledilen 33 düş yolcusunu anmak için sık sık kullanılan “Birlikte kazandık, birlikte savunacağız!” dövizi oluyor.
Pirsûs’tan, nöbet alanından, abluka altındaki bir şehirden aktaracak daha çok şey var ama şu sözlerle bitirmek istiyorum: Nöbet organizasyonunda zaman zaman aksaklıklar yaşansa da her gün o alana gelen insanların duygusu da amacı da aynı.
Ve öyle bir inançları var ki, en çok da direnen çocuklarına, öz güçlerine güvenerek şu mesajı veriyorlar: Kobanê düşmedi, biz oldukça da düşmeyecek! Ama gelin daha çok kan dökülmeden birlikte durduralım bu savaşı!
*Kobanê düşmeyecek: Biz burdayız!