12 Mayıs’ta PKK’nin feshi, 9 Temmuz’da silah bırakma kararlılığı ve 11 Temmuz’da silahların imhası, bu hattın sahadaki uygulaması olmuştur. Bu adımların fikri mimarı, stratejik yönlendiricisi ve siyasal sorumlusu, İmralı Cezaevi’nde tutulan Sayın Öcalan’dır. Dolayısıyla eğer bugün barış yeniden tartışılıyorsa, bu tartışmanın başlangıç noktası da çerçevesi de İmralı’dadır
Amed Dicle
Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana, Türkiye’nin en derin ve yapısal siyasal meselesi olan Kürt sorunu, yalnızca bir kimliğin tanınma sorunu olarak değil; devleti, hukuku ve demokrasi anlayışını şekillendiren belirleyici bir alan olarak varlığını sürdürmektedir. Bu mesele, etnik bir talepten öte, ret ve inkar üzerine kurulu Cumhuriyet modelinin yapısal sonucudur. Kürt halkının dili, kimliği ve kolektif iradesi bastırılmakla kalmamış; anayasal yurttaşlık rejiminin dışına itilmiştir. Bu durum, Türkiye’deki tüm toplumsal kesimlerin hak arayışını da tehdit eden kapatıcı bir rejimin zeminini hazırlamıştır.
Bu nedenle Kürt meselesi yalnızca Kürtlerin sorunu olarak değil, Türkiye’nin demokratik geleceğiyle doğrudan bağlantılı bir eşiktir. Bu eşik, görmezden gelinerek aşılamaz; ancak meseleyle yüzleşerek, onu tarihsel, siyasal ve toplumsal boyutlarıyla kavrayarak geçilebilir. Bugün bu yüzleşme fırsatı, Meclis çatısı altında kurulan “Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu” ile yeniden güncellenmiş durumda. Ancak bu komisyon, çözüm üretme iddiasını gerçekleştirmek istiyorsa, önce hangi siyasal akıl, hangi toplumsal meşruiyet ve hangi muhataplıkla hareket edeceğini netleştirmek zorundadır.
Bugün bu sorunun yanıtı açıktır. 27 Şubat tarihinde Sayın Abdullah Öcalan tarafından yapılan tarihsel çağrı, PKK’nin kendini feshetmesini, silahlı mücadeleye son verilmesini ve demokratik siyasetin önünde engel kalmamasını hedefleyen yeni bir barış evresini başlatmıştır. Bu süreç, taktiksel bir manevra olarak değil; uzun yıllar boyunca inşa edilen bir siyasal stratejinin olgunlaşmış sonucudur. 12 Mayıs’ta PKK’nin feshi, 9 Temmuz’da silah bırakma kararlılığı ve 11 Temmuz’da silahların imhası, bu hattın sahadaki uygulaması olmuştur. Bu adımların fikri mimarı, stratejik yönlendiricisi ve siyasal sorumlusu, İmralı Cezaevi’nde tutulan Sayın Öcalan’dır. Dolayısıyla eğer bugün barış yeniden tartışılıyorsa, bu tartışmanın başlangıç noktası da çerçevesi de İmralı’dadır.
Komisyonun önündeki asıl mesele, Türkiye’nin bu tarihsel sorununu hangi ilkelerle ele alacağıdır. Eğer amaç yalnızca silahları susturmak değil, Kürt halkının varlığını tanıyan, kimliğine anayasal güvence sağlayan, kolektif haklarını tanımlayan bir siyasal mutabakat kurmaksa, bu mutabakatın muhatabını da doğru tayin etmek gerekir. Şu açıktır ki; bugün Kürt meselesini sadece devletin güvenlik odaklı perspektifiyle değil, Kürt halkının siyasal iradesini esas alan bir çerçevede tartışmak gerekiyorsa -ki gereklidir- bu çerçevenin kurucu aktörü Sayın Abdullah Öcalan’dır. Komisyon, Öcalan’la açık, sürekli ve kurumsal bir diyalog kurmadığı sürece, ne siyasal meşruiyet inşa edebilir ne de kalıcı bir barış sürecine öncülük edebilir.
Bu çerçevede bakıldığında, komisyonun yasal dayanağının olmaması, yetki ve görev sınırlarının tanımlanmamış olması, sadece teknik bir eksiklik değil; siyasal ciddiyet sorunudur. Muhataplık meselesi, yalnızca bir iletişim stratejisi değil; siyasal çözümün özü ve şartıdır. Komisyon, İmralı ile görüşme iradesi ortaya koymadığı sürece, mevcut haliyle sembolik bir istişare kuruldan fazlası olmayacaktır. Oysa demokratik toplumlarda barış süreçleri, kamusal taahhüt, anayasal güvence ve toplumsal meşruiyetle yürütülür. Komisyonun kendisini bu niteliklerle donatması, ancak Öcalan’la kuracağı doğrudan temasla anlam kazanabilir.
Bu noktada esas soru şudur: Türkiye devleti ve siyaset kurumları gerçekten barış istiyor mu? Barış isteniyorsa, o barışı fiilen başlatan aktörü yok sayarak hangi toplumsal uzlaşı inşa edilebilir? Sayın Öcalan, yalnızca bir örgüt lideri değil; Kürt halkının taleplerini, Türkiye’nin demokratik geleceğiyle birleştiren bir siyasal çizginin temsilcisidir. Silahlı mücadeleyi sonlandıran, çatışmasızlığı mümkün kılan, meclis mekanizmasını yeniden devreye sokan ve toplumsal desteği harekete geçiren bu çizgi, şu an itibariyle barışın siyasal zeminini de temsil etmektedir.
Dolayısıyla komisyonun İmralı’ya gitmesi, basit bir temas arayışı değil; siyasal hakikatin tanınması, toplumsal beklentinin karşılanması ve tarihsel sorumluluğun yerine getirilmesidir. Barış, devletin lütfu ile değil; halkların karşılıklı meşruiyet tanımasıyla mümkün olur. Bu meşruiyeti tanıma sorumluluğu, şu anda Meclis ve komisyon üzerindedir. Bu sorumluluk yerine getirilmezse, barış bir kez daha ertelenecek; çatışma, siyasal gündemin kalıcı parçası olmaya devam edecektir. Türkiye bu kez bu eşiği geçmek zorundadır. Komisyon, İmralı’ya gitmelidir.
Bu çağrı, yalnızca bir mekâna yönelik değil; bir siyasal gerçeğe, tarihsel bir öz eleştiriye ve toplumsal bir uzlaşı arayışına yöneliktir. Sayın Öcalan’ın İmralı’dan inşa ettiği çözüm perspektifi, yalnızca silahları susturan bir strateji değil; demokratik bir cumhuriyet fikriyle, yerinden yönetim, çoğulculuk, ana dilde eğitim ve siyasal temsiliyetle tanımlanmış kapsamı bir barış önerisidir. Bu çerçeveyi dikkate almayan her siyasal girişim, ya sonuçsuz kalacak ya da toplumsal karşılık bulamayacaktır.
Geçmişi onarmak kadar, geleceği kurmak da bu sürecin parçasıdır. Bu gelecek, ancak meşru siyasal iradelerin açık, şeffaf ve karşılıklı ilişkisiyle mümkün olabilir. 2013–2015 İmralı süreci, bu ihtimalin toplumsal umut ürettiği dönem olarak hafızadadır. Bugün çok daha ileri bir eşindeyiz. Ancak bu eşiğin gerçek bir toplumsal sözleşmeye dönüşebilmesi, Çözümü önermeden önce muhatabı kabul etmekle başlar.
Gerçek barış, hakikatin tanınmasıyla kurulur. O hakikat bugün halen İmralı’dadır. Ve çözüme cesaret eden, İmralı’ya gitmek zorundadır.