Lenin ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı adlı eserini 1914’te kaleme aldı. Bu sorun aslında daha 1800’lerin sonu ve 1900’lerin başında Rus komünistlerinin gündemindedir. Ancak gerek Balkanlar’da gerekse bir halklar hapishanesi olan Çarlık Rusyası’nda ezilen ulus milliyetçilikleri temelinde gelişen ayaklanma ve hareketlerle konu güncel hale gelir ve Lenin de 1913 yılından başlayarak birçok makaleyle soruna dair komünist yaklaşımın altını çizer.
Bu makaleler aynı zamanda Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın öngünlerinde kaleme alınmıştır. Emperyalistler arasında paylaşılmış olan dünyanın yeniden paylaşılmasının ancak bir savaşla mümkün olacağı koşullarda. O dönem Rusya’da ırkçı-gerici Kara Yüzler çetesi ezilen ulus ve azınlıkların hareketlenmesini terör yöntemleriyle ezmeye çalışırken kendisini Marksist olarak tanımlayan Menşevikler, ulusların isterlerse ayrılma hakkını savunmanın proletaryayı böleceği argümanından yola çıkarak bu hareketlerle aralarına kalın duvarlar örerler.
Menşevikler, ezilen ulus hareketlerinin sosyalist devrime ve proletarya enternasyonalizmine zarar vereceğini, bu hareketlerin asıl olarak burjuva kesimlerce yönlendirildiklerini ve devrim için merkezi bir devlet sisteminin gerekliliğini savunurlar.
Lenin onlarla polemiklerinde baskı altındaki ulusların ayrılma hakkını savunmanın enternasyonalist ve devrimci bir görev olduğunu söyler. Ezilen ulusların kendi kimliklerini, dillerini ve kültürlerini özgürce geliştirebilecekleri, federatif temelli bir sosyalist devleti ve isterlerse ayrılma haklarını savunur. Bu tutumun gerçek enternasyonalizmi yaratacağını, halklar arasındaki önyargıları ortadan kaldırıp kardeşleşmeye güçlü bir zemin yaratacağını belirtir.
O dönem Rosa Luxemburg’la girdiği polemikte onun görüşlerini burjuva demokratik devrimlerini tamamlamış Avrupa ülkeleriyle bunu tamamlamayıp bir halklar hapishanesi olarak kalan Rusya’yı eşitlediği noktasından teşhir eder. Belagat sanatını kullanarak dile getirilen bu görüşlerin gerçek hayatta bir karşılığının olmadığının altını örnekler vererek çizer ve neden gerici bir noktaya götüreceğini anlatır.
Çarlık Rusyası’nda gelişen ulusal hareketlerin dar milliyetçi yaklaşımlarını ve işçileri ulusal-etnik temelde bölen programlarını eleştirirken kendisine komünist diyen isimlerin tezlerini de etraflıca teşhir eden Lenin, liberallerin suret-i haktan görünen sosyal şovenizmlerini de yerden yere vurur.
Şimdi benzer bir dönemdeyiz. Yine bir dünya savaşının arifesinde olduğumuz, onlarca yıllık dünya düzeninin, haritaların değiştirileceği söyleniyor. Ve tıpkı Rusya’da olduğu gibi burada da ırkçı-kafatasçılar tarihsel gericiliği örgütlemeye çalışırken, kendisine komünist-sosyalist kimliği giydirenler “aman Lozan, sınırlarımız” diyor. Gerekçeleri de iktidarın söylem ve hevesleri!
Bu noktada Lenin’in Rosa’yla polemiğini hatırlatmak gerekiyor sanırım.
Türkiye gibi Osmanlı bakiyesi bir ulus devletin burjuva demokratik devrimini tamamladığını kim söyleyebilir? Tamamlamış olsaydı Kürt sorunu gibi hemen tüm konuları kesen bir sorun bugüne kalır mıydı? Daha kurulduğu anda bu sorunu demokratik esaslara göre çözmenin yol ve yöntemleri geliştirilmez miydi? Sorular çoğaltılabilir.
Fakat tarih emperyalist güçlerin bir imparatorluğun bakiyesi üzerine emperyalist güçlerin türlü oyunları, hesaplarıyla çizilmiş haritalar biçimine bürünürken Türkiye Cumhuriyeti de bu haritalarda 4 parçaya bölünmüş Kürdistan’ın en büyük parçasını kapsayarak şekillenir. O saatten sonra burjuva demokratik bir anlayışın yapması gerekenler bellidir: Ezilen ulus ayrılma yönünde bir irade beyan edip pratikleştirmiyorsa ulusal hakları eşitlik temelinde sağlayarak demokratik bir halklar birliğini yaratmaktır. Ancak öyle olmadığını sayısız Kürt isyanı ve bu isyanların bastırılmasından biliyoruz.
Lozan emperyalistlerin cetvelle çizdikleri haritalar içinden Osmanlı bakiyesi olarak kalan Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırlarının uluslararası düzlemde kabul edilmesidir. O sınırlar içinde 4 parçaya bölünmüş Kürdistan’ın en büyük parçasının kalması ya da diğer 2 parçasının Irak ve daha sonra Suriye’ye dahil edilmesinin, çok önceden içerilen İran parçasıyla birlikte Kürt varlığının oraya buraya çekiştirilip çözülmeye çalışıldığı gerçeği onlarca yıl sürdü.
Bugün Kürtler “biz ayrılıktan, ayrı bir ulus devletten yana değiliz” diyorlar. Ancak bunu derken tarihsel bir haksızlığın altını çizerek eşit yurttaşlık haklarını talep ediyorlar. Hatta bunların tümünü de değil en azından varlıklarının kabulü ve belli demokratik düzenlemeler istiyorlar.
Süreci başlatan iktidarın/devletin hesapları açık. Evet o “Yeni Osmanlıcı” hayallerle hareket ediyor, yer yer ümmetçiliği çağrıştıran söylemler kullanıyor ve hatta bu süreci kendi gücünü Anayasal bir değişiklikle pekiştirmenin aracı yapmak istiyor. Bunlar onun subjektif istekleri. Ancak sürecin kendisinin tek başına onun öznel müdahaleleriyle yürümediği, uluslararası bir karakter kazandığı, daha kapsamlı bir zemin üzerinden geliştiği ortada.
Bunlar işin bir yanı ve elbette kritik önemde yanları.
Fakat ne bu süreç tek başına onun hesaplarıyla yürüyor ne de yürüse bile kendisine komünist diyen bir parti Lozan gibi tarihsel bir haksızlığı, Kürtlere yaşatılanları sınırları korumak adına savunabilir.
Kürt özgürlük hareketi Lozan’a o tarihsel haksızlığa işaret etmek için değinirken “bugün sınırları değiştirelim, Lozan’ı feshedelim” demiyor. Kaldı ki diyebilir de. Kendisine komünist diyen bir örgütün sınandığı en önemli nokta da bu olur. Tarihsel haksızlığa uğramış bir ulusun kendi kaderini tayin etme hakkına ayrılmak da dahil saygı gösterecek mi göstermeyecek mi? Diyelim ki ulusal hareket Leninist ölçütlere göre oldukça tehlikeli bir hatta yürüyor. Bu, Kürtlerin Lozan’da uğradıkları tarihsel haksızlığı ortadan kaldırır mı?
TKP’nin başlattığı ve altına ilerici, demokrat aydın ve gazetecilerden asker eskilerine, şoven milliyetçilerden komünist addedilenlere kadar birçok imzanın konulduğu kampanya metni bu noktalardan bakılınca nereye oturuyor. “Türkiye Cumhuriyeti’nin, Lozan Anlaşması’nın sorgulanmasını; mevcut sınırlarımızın tartışılmasını” istemiyoruz diye ortaya fırlamak komünistlerin işi midir? Bu görüşleri savunan bir komünistlik olabilir mi? Böylelerinin kimi ve neyi kastettikleri belli olmadan “Barış ve kardeşlik istiyoruz” demelerinin bir karşılığı olur mu? Bu sorularla birlikte “Siz aslında tarihsel bir geçiş döneminde “ulusalcılık’ olarak tanımlanan sosyal şoven-şoven dalga üzerinde sörf yaparak güç devşirmeye çalışıyorsunuz” denilmez mi?