Kötülüğün organize bir şekilde örgütlenip kurumsallaşmaya çalıştığı zamanlardan geçiyoruz. Özellikle İstanbul seçimlerinin iptaliyle bir kez daha ortaya çıkan tablo Türkiye’nin artık tamamıyla totaliter ve faşizan bir sisteme doğru gittiğinin en açık göstergesidir. Yıllardır yapısal olarak bir baskılama kıskacına alınan Türkiye’deki sistemsel aygıt, bu son kararla birlikte tamamıyla normatif olanın dışına çıktığının bariz bir göstergesidir. Dolayısıyla son yılların temel tartışma temalarına bakıldığında Türkiye’deki olgusal kabuk değişimlerin birçok bakımdan Nazi Almanya’sının başlangıç süreciyle benzer bir parodiye sahne olduğunu görüyoruz.
Kötülüğün halis hali olarak ortaya çıkan faşist fıtratının bazı gizem ve mitsel mistifikasyonlarla sıradanlaştırılmasının, tarihinin en büyük felaketlerinden birine yol açtığına tanıklık etti insanlık. Nitekim ilk başlarda herkesin donanımsız olarak gördüğü, ciddiye almadığı, muzip ve yerel bir karikatür olarak gördüğü Hitler ve şürekâsı, zamanla Führerliğe yükselmiş ve tarihin en nizamlı yıkıcı sistemlerinden birinin kurulmasına yol açmıştı. Yani aynen burada olduğu gibi, önce diğer partileri ve siyasi görüşleri demokratik seçimle cezalandırmak isteyen, halkın oylarını almış ancak iktidara geldikten sonra “eşzamanlı değmelere basma” (Gleichschalltung) mekaniğiyle hem kurumları bir bir ele geçirmiş hem de bütün ideolojik zehrini halka zerk etmişti. Lakin rejimler ‘demokratik’ de olsa bazen iktidara öyleleri gelir ki, zamanla iktidara gelişlerinin hangi normatif kurallar sayesinde mümkün olduğunu unuturlar ve kendi “hukuk kurallarını” hâkim kılmak için mevcut değerler merkezini yerle bir eder, ulaşılmak istenen nihai hedef için bütün güzergahları bir durak olarak görürler. Bazıları ise, dünya konjonktüründen de faydalanıp bilinen ‘sivil darbe’ metotlarıyla, demokrasiyi uzun bir süre için ortadan kaldırmayı becerebilirler.
Bu durum öylesine yapısal bir şey ki, bunun örneklerini sadece ekonomik ve sosyal olarak gelişmeyen ülkelerin tarihinde değil, en gelişmiş sanayi ülkelerinin çoğunun tarihinde de görmek mümkündür. Muhalif taraftayken ağzından düşürmediği ‘hak, hukuk, adalet’ söylemlerini rafa kaldırır, demokratik devletin özgür veya özerk olması gereken tüm kuruluşları kendi emrine almak için eşzamanlı düğmelere basar ve kendince ebedi gibi görünen bir ceberut erk kurarlar. Bir taraftan ayrıştırma üzerinden tesisi zor kutuplaşmalar ve hatta yıkıcı bloklaşmalar yaratırken, diğer taraftan aynılaştırıcı, yani kendi siyasi gayretleri çerçevesinde bir militanlaşma inşa edip bunun etrafında birlik kimliği oluştururlar. Kendi kimliklerinin ana eksenini oluşturan bu dost/düşman düalist olgusu sayesinde hedeflerine ulaşmaya çalışırlar. Dolayısıyla bulundukları noktadan başlayarak söz konusu ayrıştırıcı ve aynılaştırıcı metaforlar üzerinden siyasi ve sosyal alan kazanımlarını sağlamaya çalışırlar.
Etkisi altına aldıkları bütün alanları kesintisiz kavgaların kol gezdiği güvensiz birer mecraya dönüştürürler. Toplumsal birçok kesimin anlam veremediği olaylar ortaya çıkar, nedenleri ve amaçları pek belli olmayan münakaşa ve çatışmalar vuku bulur. Hem ayrıştırdığı hem de benzeştirdiği kitle üzerinde kurduğu tahakküm sayesinde her iki kesime büyük zarar verilir ve bundan ötürü öngörülen kutuplaşma istenen ölçüye ulaşır. Ne var ki ortaya çıkan bu tür ideolojik kutuplaşmalar ve siyasi bloklaşmalar toplumsal hayatın hem iç hem de dış gerçekliğini önüne geçilemez biçimde ziyana uğratır. Ortaya çıkan ziyan o kadar büyük olur ki, kendilerini kurguladıkları erkin mekanizmalarıyla bile kontrol edemez hale gelirler. Çünkü zamanla keskinleşen kutuplaşmanın boyutları, beraberinde kontrol edilemeyecek kadar büyük çatışmalar ve toplumsal anomileri ortaya çıkarır. Yani hem toplumsal sözleşmenin yekûnu hem de ülkenin sosyal ve ekonomik refahı sekteye uğrar. Başka bir deyişle hem kendilerine hem de halklarına büyük hasarlar verirler. Dolayısıyla evrensel ölçekte tarihteki hem yıkıcı örneklere emsal olarak hem Hitler Almanya’sı hem de Duce İtalya’sını verebiliriz. Almanya’da Hitler’in ve İtalya’da Mussolini’nin kurdukları o iflah olmaz yıkım sistemleri, salt kendi halklarına ve onun kültürel mirasına zarar vermekle kalmamış, dünyanın büyük bir kısmını felakete sürükledikleri gibi onun tarihsel hafızasına da büyük bir dehşete terk etmiştir. Belki de insanlığın tanıklık ettiği tarihin en yıkıcı zatlarından biri olan Hitler, kurduğu sistemle yeryüzünde yaratacağı büyük felaketin farkında olan nadir mahlûklardan biriydi. Tarihin trajikomik figürlerinin arasında yerini alan bu cılız ve enez adamın, büyük bir yıkıcı çığır açabileceğini sayısı çok az olan planlama arkadaşlarının dışında kimsenin bilmediği de rivayetler arasındadır.
Yakın tarihin Türkiye’sine ise bütünlüklü bir analizle bakıldığında birçok can alıcı kararın sadece belirli bir yönetici grubu tarafından alınıp uygulandığı çok net bir şekilde ortada durmaktadır. Zira dehşetin seraba dönüştüğü yer de bu noktadadır. Eşzamanlı devre dışı bırakma mekaniği neticesinde Alman halkının büyük kısmının suça ortak olmasına rağmen, ne için yapıldığına dair yeterince fikir sahibi olmadığı da tarihçiler ve sosyal bilimcilerin sıkça ele aldığı konular arasındadır. Dolayısıyla eşzamanlı devre dışı bırakma mekanizmaları hem ayrıştırılan (ötekileştirilen) hem de aynılaştırılan kesimler için nihayetinde aynı anlama gelmekteydi. Çünkü ayrıştırılanlar yeni sistemin aygıtları ile aynılaştırılanlar tarafından bertaraf edildikçe, diktatörlük şurası aynılaştırılanlar arasında da aynı seleksiyon mekanizmalarını devreye sokmaktan asla geri durmamıştır.
Totaliter elementlerin öngördüğü güven skalasına göre ayrıştırılanların bertaraf edilmesine müteakiben, aynılaştırılanlara karşı da nihai yıkım başlar ve bu yıkım o kadar kapsamlıdır ki en yakın yol arkadaşı ve suç ortağına kadar bile gelme ihtimali vardır. O (Führer) kurgularının gereği olarak tümüyle bir kuşku ve güvensizlik dünyasının içinde yaşamaktaydı ve herkesten aynı derecede kuşkulanmaktaydı. Bu kurgunun öngördüğü en temel prensiplerden biri de en yakın yandaşın veya dostun bile bir anda en korkunç bir düşmana dönüşme ihtimalinin yüksek olmasıdır ve bu dehşet verici ihtimalin er veya geç devreye gireceği mutlak bir hakikattir. Bu yalın hakikat Batı Führerleri için geçerli olduğu kadar Doğu despotları içinde bir o kadar geçerlidir. Zira Führerler ve despotlar arasında sıradan benzeşmeleri aşan temel bir örtüşmenin söz konusu olduğu aşikârdır. Dolaysıyla şu an Türkiye’de yaşananların Nazi Almanya’sının doğum sürecine ne kadar benzediğini her geçen gün giderek yaygınlaşan toplumsal tecrite bakarak görebiliyoruz. Türkiye’nin yakın tarihinin yönetsel aygıtının baskıcı fıtratına sadece hak ihlalleri üzerinden bakıldığında bile bu halis kötülüğün ana kaynağı nereye dayandığını daha net görebiliyoruz. Kötülüğün bu halis haline karşı çıkmanın en basit yolu evrensel iyiliği savunmaktır, buna katılmayan herkes kötülüğün bir tarafıdır. Kötülüğün halis hali, evrensel iyiliği savunan herkes için, mücadele edilmesi gereken bir hal olarak insanlığın önünde durmaktadır. Ya bu hal giderek daha mutlak egemen bir yönetsel aygıta dönüşecek ya da muhlis bir iyilik hareketine yenilecektir.