Krizler, çoğu zaman bir dönemin sınırlarını gösterir. Onlar, sadece bir duraklama ya da patlama noktası değil; aynı zamanda yeni yolların, yeni anlayışların doğması için gerekli sancılardır. Bu topraklarda kriz dediğimizde, aslında yüzyıllardır süren bir tanınma meselesinin henüz tamamlanmamış olduğunu görüyoruz. Tanınma, sadece bir halkın kimliğinin kabul edilmesi değil; aynı zamanda karşılıklı güvenlik kaygılarının da içselleştirilmesi sürecidir.
Kürt halkı, kimliği ve kültürü üzerinden uzun süre yok sayıldı; bu yok sayılma devletin varlık kaygısını artırırken, halkta meşru hak taleplerini yükseltti. Devlet açısından bakıldığında ise sınırların korunması ve ulusal bütünlüğün devamı temel güvenlik meselesidir. Bu iki ihtiyaç, başlangıçta birbirine karşıt gibi görünse de derinlemesine bakıldığında aslında birbirine bağımlıdır. Çünkü tanınmayan kimlik, güvenlik riskine dönüşür.
Bu yüzden krizlerin çözümü, bir tarafın taleplerini diğerine dayatmak değil; ortak bir zeminde tanınma ve güvenlik arasındaki dengeyi kurmaktır. Siyasi felsefenin de vurguladığı gibi, gerçek barış ancak karşılıklı tanıma ile mümkün olabilir. Tanıma, sadece sözde değil; siyasal pratikte, hukuki düzenlemelerde ve toplumsal kabullerde yer bulmalıdır.
Dünyanın pek çok yerinde gördüğümüz gibi, silahlı çatışmaların sona erdiği yerler, aynı zamanda tarafların birbirlerinin varoluşsal kaygılarını anladıkları ve bu kaygıları karşılamaya yönelik mekanizmalar geliştirdikleri alanlardır. Bu, Kürt sorunu için de geçerlidir. Öcalan’ın silah bırakma çağrısı ve PKK’nin sürece katılımı, sadece askeri bir adım değil; politik tanınmanın ve güvenlik garantilerinin karşılıklı olarak tesis edilmesi yönünde atılmış bir adıma dönüşmelidir.
Kriz anlarında ortaya çıkan korkular ve güvensizlikler, aslında bu dengeyi kuramadığımızın işaretleridir. Bu yüzden, çözümün anahtarı “güvenlik” ve “tanınma” kavramlarının birbirini dışlamadan birlikte ele alınmasıdır. Bu süreç, kolay değildir; çünkü her iki taraf da uzun yılların yükünü taşır. Ancak felsefi olarak bakıldığında, birlikte yaşamanın tek mümkün yolu, karşılıklı bağımlılık ilkesini kabul etmektir. Yani birinin varlığı diğerinin varlığına bağlıdır ve bu ilişki, karşılıklı sorumlulukla yönetilmelidir.
Bugün bu süreci derinleştirmek, sadece bir siyasi tercih değil, tarihsel ve felsefi bir zorunluluktur. Bu zorunluluk, kriz anlarında geri adım atmak değil, diyaloğu daha güçlü ve kapsayıcı kılmakla aşılabilir. Tarih bize gösterdi ki, karşılıklı tanımadan yoksun barış, sahte ve geçicidir. Gerçek barış, her iki tarafın da kendi haklarını ve güvenliklerini birlikte savunabildiği düzenlemelerde mümkündür.
Sonuç olarak, krizler çözümün önünde bir engel değil; çözümün temel gerekçesidir. Çünkü krizler, var olan düzenin sınırlarını gösterir ve bu sınırların aşılması için yeni bir anlayışa davet eder. Bu anlayış, felsefi anlamda özgürlük ile güvenliğin, hak ile sorumluluğun uyum içinde olduğu bir siyasi ortam yaratmayı gerektirir. O ortam yaratılmadığı sürece, krizler gelip yeniden kendini gösterecektir.
Bu yüzden, bu coğrafyada gerçek çözüm; krizlerin dilini anlayan, tanınmanın ve güvenliğin birlikte inşa edildiği, karşılıklı bağımlılığın sorumluluğunu omuzlayan bir sürecin sonunda mümkün olacaktır. Ve bu süreç, ancak cesaretle, sabırla ve kararlılıkla yürütülebilir.