Geçtiğimiz günlerde Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, İstanbul’un en yüksek tepelerinden Çamlıca Tepesi’ne yakın zamanda inşa ettirdiği, cumhuriyet tarihinin en büyük camisi olan 63 bin kişi kapasiteli, 6 minareli ibadethanede bir konuşma yaptı. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu ile yan yana saf tutarak Cuma namazını kıldığı camide, Fetih Suresi okunduktan sonra imamın elinden mikrofonu alan Erdoğan, “Okunan Hadis-i Şerif’te küffara karşı şiddetli olmamızı Rabb’im bizlere emrediyor. O bizler kim? Muhammed ümmeti. Kendi aramızda merhametli olacağız. Küffara karşı da şiddetli olacağız, Suriye’de olduğu gibi”” dedi.
Faşizmin doğasına uygun biçimde sembolize edilmiş ihtişamlı bir yerde ve özel bir günde yapılan bu konuşmanın ardından “muhalefet” cephesinde yer alan parti, kurum, platform, dernek, sendika, grup veya kişilerden hiçbir tepki gelmedi. Sanki söylenenler çok sıradan sözlermiş gibi normal karşılanarak, anlaşılamaz ve kabul edilemez bir sessizlikle, kimse tek söz etmedi. En “sol”da görünen gazete ve dergiler dahi sitelerinde yaptıkları haberlerde en fazla Erdoğan’ın camide “propaganda” yaptığını anlattı, o kadar!
Bu memlekette sürekli biçimde “laik cumhuriyet” vurgusu yapanlar, cumhurbaşkanının vatandaşlar arasında dini inançlara, etnik kökene göre ayrım yapamayacağını söyleyemedi. Yine gerçekte hiç olmayan o “hukuk devleti” ve “hukukun üstünlüğü” kavramlarını dillerden düşürmeyenler de söylenen sözler, yasaları, anayasayı, teamülleri hiçe saymaktır diyemedi. Oysaki bu devletin yasalarına çok bağlı olduğunu söyleyenler de bilirler ki Türk Ceza Kanunu(TCK) 216.maddede “Halkın sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge bakımından farklı özelliklere sahip bir kesimini, diğer bir kesimi aleyhine kin ve düşmanlığa alenen tahrik” suçu düzenlenmiştir. Üstelik söylenen sözler, bu yasa maddesini de aşacak biçimde açıkça “suç işlemeye tahrik” etmektir ve bu da TCK 214. maddede düzenlenmiştir.
Cumhurbaşkanının vahamet arzeden sözleri karşısında bu kadarı bile yapılmadı; yani siyasi boyutta ciddi bir eleştiriyi veya tepkiyi bir yana bırakalım, mevcut hukuk sistemine bağlı kalınarak dahi tek söz söylenmedi; bu açık tahrik, teşvik ve tehditler hiç yapılmamış sayıldı. Hatta biri çıkıp da bu ülkede adına “cumhurbaşkanlığı sistemi” denilen o ucube yönetim biçimiyle, bütün erklerin tek elde toplandığı bir rejimi yerleştirerek her şeyin başı haline gelen Cumhurbaşkanının böyle “sorumsuzca” konuşmaması gerektiğini, bunun sonuçlarının ağır olabileceğini anlatma ihtiyacı dahi duymadı.
Küffardan kastedilenler
Erdoğan’ın “küffar” yani kafir olan, Müslüman olmayandan kastı, artık soykırımlarla, sürgünlerle ülkemizde sayısı milyonlardan binlerle ifade edilen rakamlara düşürülmüş olan ve azınlık haline getirilen gayrı-Müslimler de dahil olmak üzere; Müslüman olsa da olmasa Kürtler başta olmak üzere sosyalistler, kendisi gibi düşünmeyen, kendisi gibi düşünmemekle kalmayıp mevcut iktidara tepkilerini ortaya koyan, karşı çıkan, isyan eden herkesti! Hatta bugünkü siyasal ortam ve koşullarda hedef en fazla Kürtlerdi. Konuşurken “Suriye’deki gibi” diye vurgu yapması da bu yüzden, yoksa oradaki Kürtlerin, Arapların Müslüman olduğunu elbette ki biliyor, ancak onları bırakalım
Müslüman’dan saymayı insan yerine koyduğu yok.
Erdoğan “Rabbim bize böyle emrediyor” diyerek, Kuran’dan ayetler, sureler okuyup bunların mealini açıklayarak “küffar” olarak nitelediği insanlara şiddet uygulanmasını “dinin bir gereği” olarak gösterdi. Küffar olarak adlandırdığı, içinde Müslüman olmayanların da olduğu oldukça geniş yorumlanabilecek bir kesime düşmanlık yapılmasını öğütledi. Kendisini dinleyen ve sözlerini kulaktan kulağa yayan cemaat, Müslümanlığın dışındaki dinlerden olanlara, ya da kendileri gibi düşünüp, kendileri gibi giyinip kuşanıp kendileri gibi bir yaşam tarzı olamayanlara karşı, hem “dinin gereği” olarak, hem de bu ülkenin en yetkili şahsiyeti olarak Cumhurbaşkanının açık telkin ve teşvikleriyle şiddet uygulayacaklar!
Dışarıda-içeride savaş stratejisi
Erdoğan, iktidar gücünü, kamusal alandaki yetkilerini elinde tutan en güçlü konumdaki kişi sıfatıyla bu sözleri böyle bir zamanda niye sarfeder? Yalnızca cihat ilan ettikleri Suriye’dekilere değil, içerdeki küffarlara karşı da savaş açmak zorunluluğunda olduğunu gören ve bunu cemaatine olabilecek en etkili biçimde, ibadethanede anlatma lüzumu hisseden
Erdoğan neyi amaçlıyor?
Erdoğan açıkça ülke dışında, Suriye’de yürütülen “şiddetli olma” halini, ülke içine taşıyacağını söylüyor ki; Suriye’deki bu şiddetin nasıl acımasız, vicdansız, ahlaksız bir şekilde yürütüldüğünü hepimiz gördük. Adına açıkça “savaş” demeseler de bu kanlı bir savaştı ve bu savaşta yaşanan insanlığa karşı suçlar hiç silinmeyecek biçimde hafızamıza kazındı. Rojava’da yaşayan halkaların yerleşim yerlerine, köylere, kasabalara dönük bombardımanları, sivillere yönelik kimyasal kullanımından cenazelere yapılan saldırılara kadar, adına “Suriye Milli Ordusu” denilen çeteler eliyle gerçekleştirilen katliamları, yıkıp yok etmeye kodlanmış bu insanlıktan çıkmış yaratıkların vahşi saldırılarını hiç kimse unutamaz.
Gelinen aşamada, dışarıdaki savaştan umduğunu bulamayan, ancak gidişini uzatmak için her yolu deneyecek olan ve yılardır bunun hazırlığını yapan bir güç var karşımızda ve kendisinden yana olanlara yol gösteriyor. Hangi cemaate sesleniyor; Gezi’de artık tutamadığını söylediği yüzde elliye mi, yıllardır ezilen, horlanan, aşağılanan bir kimlik sahibi olamamış, kendisine en küçük bir paye verildiğinde her şeyi yapmaya hazır bir güruha mı, onların içindeki silahlı, cihatçı unsurlara mı yoksa hepsine birden mi?
İktidarda oldukları 17 yıl boyunca, ırkçı ve mezhepçi söylemlerle, “dindar ve kindar” nesil yetiştirme gayretiyle nasıl milyonlarca genç insanı kendilerinden olmayana düşman hale getirdikleri biliniyor. Örümcek ağı gibi bütün toplumsal dokulara yayılan tarikatlardan, Sedat Peker gibi azgın mafya liderlerinin çete oluşumlarına kadar tüm kötücül yapılanmaların devlet eliyle nasıl desteklenip büyütüldüğü de bir gerçek. Mevcut eğitim sistemiyle ve Diyanet işbirliğiyle yuvalardan başlayarak beyinleri nasıl zehirledikleri, nasıl bir ideolojik şekillenmeyi yarattıkları ve bunun nelere yol açabileceği de herkesin malumu.
Paramiliter yapılanmalar..
Bunlardan daha önemlisi, yıllardır iç savaş hazırlığı yapanların Osmanlı Ocakları, SADAT, Ak militanlar vb. yapılanmalar ile Halk Özel Harekat (HÖH) adı altında örgütlenen milis kuvvetlerini sokağa dökmesi zor bir iş değildir. Hele de savaş öncesi zaten sınırların yolgeçen hanına döndüğü Türkiye’ye, son süreçte kamplardan kaçan İŞİD’lilerin ve İdlib vb. yerlerden diğer cihatçıların da geldiği düşünüldüğünde, iyimser olmak için hiç bir neden yok. Bunlara daha önce serbest bırakılan İBDA-C, El-Kaide, İslami Hareket vb. örgüt militanlarıyla, yine son dönemde mahkeme kararlarıyla serbest bırakılan 500’ün üzerinde Hizbullahçıyı da eklersek, binlerce eli silahlı militanın hazır vaziyette beklediği bir Türkiye gerçeği var karşımızda.
Kimse bunları çok uzağımızda, hiç olmayacak işler olarak görmesin. Bu ülke Çorum’u Maraş’ı ve daha yakın tarihte Sivas katliamını yaşadı. Evlerin işaretlendiği mahallelere nasıl her türlü yıkıcı delici silahla akın edildiğini, anne karnındaki bebekleri parçalayan azgınlığı, kudurmuşluğu, dizginlenemeyen öfkeyi gördü. Yine çok yakın bir tarihte, 15 Temmuzda, kendi ordusundaki gencecik askerlere yapılan zulmü; kamçılanarak, linç ederek köprülerden atılanları, bıçaklarla, palalarla boğazı kesilenleri gördü. Suriye’de olduğu gibi burada da aynı vahşi sesleri çıkararak katliamlar gerçekleştiren güruhun nasıl sonradan “gazi” ilan edilerek ödüllendirildiğini, cezasız bırakıldığını da gördü.
Toplumsal meşruiyet ve yasallık
Yıllardır bu ülkeyi zorbalıkla yöneterek bütün şiddet aygıtlarını devreye sokanların, asker, polis, özel harekatçı, vb. resmi görevli konumunda olanların dışında, “güvenlik” amacıyla halkın içindeki paramiliter örgütlenmelere ihtiyaç duyması yeni değil. Ancak güvenlik güçlerinin işlediği suçlarla ilgili koruma zırhı niteliğindeki yasal düzenlemeler ve yargılamalardaki cezasızlık politikasının sivillere de uygulanması, hatta onların hiç yargılanamayacak olması daha önce hiç olmayan bir durumdur.
OHAL sonrası çıkarılan ve “sivil”lere toplumsal olaylara müdahale yetkisi veren 696 Sayılı Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile bu tarz paramiliter yapılar meşrulaştırılıp “terör eylemleri ile bunların devamı niteliğindeki eylemlerin bastırılması” kapsamında hareket edenlerin hiçbir hukuki, idari, mali ve cezai sorumluluğunun olmayacağı belirtilerek, suç işleme özgürlüğü getirilmiştir. Üstelik yasa niteliğindeki bu düzenlemeyle, her türlü toplumsal içerikli gösterinin, hak ve özgürlük arayışının “terör eylemi” olarak değerlendirilmesine fırsat verilmiş ve saldırganların kullanacakları silahlarda sınır tanımayacakları öngörülmüştür. Türkiye’de halen yüzde 85’i ruhsatsız 25 milyon civarında yani neredeyse iki evden birinde silah olduğu ve son çıkarılan yargı paketiyle birlikte, 6136 sayılı yasada “toplumsal ihtiyaçtan kaynaklı” değişikliğe gidilerek, silah taşıma ve bulundurmanın yaygınlaşmasına sebebiyet verilmesi dahi kimseyi düşündürmüyor.
Endonezya örneği…
Bugünlerde herkes Goebbels’e atıfta bulunularak, Hitler’in söylediği yalanlarla nasıl ezilen, sömürülen halkı yanına çektiğini anlatıyor; ancak bizim ülkemizdeki durumun artık bunu da aştığını, iktidara yönelik halk desteğinin ötesinde, her şeyi yapmaya hazır hale getirildiklerini bunun ortam ve koşullarının yaratıldığını kimse görmek istemiyor. Oysaki 1930’ların Nazi Almanyası’yla yapılan karşılaştırmalar artık yetersiz kalıyor, 1965-1966’da Endonezya’da yaşananlar daha yakın bir benzetme olabiliyor. Almanya’da orduya, SS’lere yaptırdıklarını Endonezya’da halka yaptırmışlardı ve otoriteye itaatle koşullandırılan dindar kitlelerin, kapı komşusunu boğazlayanların kıyıcı şiddetini yaşamıştı komünistler.
Bugünün Türkiyesi, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın öldüğünde tabutunu omuzladığı ve “Ülkemizin yetiştirdiği en önemli mütefekkir ve münevverlerden biri” diye iltifatlar ettiği Kanlı Pazar’ın tezgahlayıcısı Mehmet Şevket Eygi’nin, “Karada vahşi hayvanlar, denizde balıklar insan etine doydu. Korkunç bir komünist kıyımı oldu. Fakat Endonezya kurtuldu” sözlerini alkışlayanların, onların yolundan gidenlerin giderek çoğaldığı bir Türkiye’dir. İster toplumsal gerçekliğimize daha derinlemesine bakarak görmek isteyelim, ister kendi dünyamızda yaşamaya devam edelim, gerçekler birgün gelip bizi bulduğunda çok geç kalmış olacağız.