Barış ve demokratik toplum süreci, son dönemde yoğun bir mesaiyle ilerliyor. Provokasyonlara rağmen sürecin bu aşamaya ulaşması, Abdullah Öcalan’ın aldığı inisiyatifler ve PKK’nin bu inisiyatifleri pratiğe dökme çabalarıyla mümkün oldu. Öcalan’ın 27 Şubat 2025’te yaptığı silah bırakma çağrısı, PKK’nin 12. Kongresi’nde aldığı fesih kararı ve 9 Temmuz 2025’te Öcalan’ın videolu mesajına cevap olarak PKK’nin 11 Temmuz’da silahları fiilen bırakması, sürecin toplumsallaşmasına önemli katkılar sağladı. Bu adımlar, Kürt meselesinin çözümüne yönelik umutları artırırken, toplumda barışa dair beklentileri de güçlendirdi. Ancak Öcalan’a uygulanan tecrit, devlet ve iktidarın süreçteki dil ve üslubu, Cumhuriyet Halk Partisi’ne ve genel olarak muhalefete yönelik siyasi baskılar, AİHM kararlarının uygulanmaması, Rojava’ya yönelik tutum ve PKK’ye dönük askeri operasyonlar ciddi kaygılar yaratıyor. Buna karşın, devlet ve iktidar, henüz sonuçlarını tam göremesek de önemli adımlar atıyor. Meclis’te komisyon kurma girişimleri, Erdoğan’ın cumhurbaşkanı sıfatıyla DEM Parti İmralı heyetiyle görüşmesi, MİT Müsteşarı’nın siyasi partilerle teması ve Öcalan’ın videolu mesajı gibi gelişmeler dikkat çekiyor. Ancak bu adımlar, Kürt meselesi gibi tarihsel bir soruna yanıt olacak olgunluktan uzak. Geçmişte benzer girişimler oldu, ancak sorun, bu adımların pratiğe geçirilmemesiydi. Bunun temel nedenleri, süreçlerin başlatılma gerekçeleri, motivasyonları, demokratik şeffaflık eksikliği ve sürecin yürütülmesinde ortaklaşma sağlanmamasıydı.
Toplum, hamasi söylemlerin demokrasi sorununu çözemeyeceğini acı deneyimlerle öğrendi. Sorunun çözümünün gerekçelerde saklı olduğu açık. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana devletin Kürtlere yaklaşımı, eşitlik temelli bir hukuk düzeni kurmaktan ziyade, Kürtleri güvenlik kaygıları için araçsal bir şekilde kullanmak üzerine şekillendi. Erzurum ve Sivas Kongreleri’nin sonuç bildirgeleri, 2 No’lu Amasya Protokolü, 1921 Anayasası ve 2013-2015 Çözüm Süreci’nde çıkan 6551 sayılı yasa gibi düzenlemeler, hatta Mustafa Kemal’in El Cezire Komutanlığı’na Kürt bölgelerinde özerklik talimatı ve Meclis’te özerklik vaadi, bu yaklaşımın somut örnekleriydi. Ancak 1923’te Cumhuriyetin temelleri sağlamlaştığında, bu vaatler unutuldu; yerine inkâr politikaları geldi. İttihatçı kadrolar, Kürtleri kuruluş sürecinde araç olarak gördü ve eşitlik temelli bir hukuk düzeni oluşturmadı. Bu, Kürt toplumunda derin bir güvensizlik yarattı ve tarihsel bir yara olarak kaldı. Kürtler, inkâr politikalarına karşı varoluş mücadelesinden asla vazgeçmedi. 1990’lara kadar Kürt kimliği, dili, coğrafyası, müziği ve kültürü yok sayıldı, inkâr edildi ve yasaklandı. 1970’lerden itibaren yeniden yükselen Kürt hareketi, Kürt varlığını inkâr edilemez bir noktaya taşıdı. Bu mücadele, hem Türkiye içinde hem de Ortadoğu’da Kürtlerin haklarını görünür kıldı.
Irak ve Ortadoğu’daki gelişmeler, Türk devleti için güvenlik kaygıları yaratınca, devlet ve iktidar, “Kürt realitesini tanıyoruz”, “Avrupa Birliği’nin yolu Diyarbakır’dan geçer” veya “Kürt sorunu benim sorunumdur” gibi söylemlerle ve sınırlı yasal düzenlemelerle Kürtleri oyalamaya çalıştı. Ancak bu adımlar, genellikle ya iktidarları ele geçirme ya da iktidarlarını sürdürme amacı taşıdı. Örneğin, CHP’nin geçmişteki Kürt raporları veya Erdoğan’ın 2000’lerdeki söylemleri, samimi bir çözüm arayışından çok siyasi çıkarlara hizmet etti. Bugünkü barış ve demokratik toplum süreci, Devlet Bahçeli’nin girişimiyle başladı. Ancak bu sürecin amacı, Ortadoğu’daki gelişmelerle bağlantılı ekonomik, siyasal ve jeopolitik çıkarlar gibi devletin çıkarları ile iktidarın kendini sürdürme hedefi olarak görülüyor. Kalıcı barış için Kürtlerle iletişim, güvenlik kaygılarından ziyade eşitlik, özgürlük ve demokratik toplum inşası üzerine kurulmalı. Son 9 ayda, devlet ve iktidarın geçmişten ders çıkarmadığı, Kürtleri yine araçsal bir yaklaşımla gördüğü izlenimi hâkim. “Terörsüz Türkiye” gibi söylemler, demokratik bir amacı değil, güvenlik kaygılarını yansıtıyor. İdari ve hukuki süreçlerin toplumdan gizlenmesi, muhalefetin görüşlerinin dikkate alınmaması ve son infaz yasasındaki gibi “ben yaptım, oldu” dayatması, 2013-2015 Çözüm Süreci’nin başarısızlıklarını hatırlatıyor. Demokratik toplum süreci devam ederken, muhaliflere, siyasetçilere ve DEM Parti belediyelerine yönelik operasyonlar, demokrasinin bir araç gibi kullanıldığı algısını güçlendiriyor. Meclis’te kurulacak komisyon, demokratik, katılımcı ve yeterli yetkiye sahip olmazsa, bir oyalama aracı haline gelebilir.
Bu sürecin başarıya ulaşması için, tarihsel hatalardan ders çıkarılmalı. Kürt meselesinin çözümü, güvenlik kaygılarıyla değil, eşitlik ve özgürlük temelli bir yaklaşımla mümkün. Öcalan’a uygulanan tecrit devam ediyor. Tecridin kaldırılması, Öcalan’ın sürece doğrudan katkı sunması için kritik. PKK’nin fesih kararı, cesur bir adım, ancak devletin askeri operasyonları ve belediyelere kayyum atamaları güveni sarsıyor. DEM Parti, demokratik bir özne olarak önemli, ancak hukuki baskılar etkisini sınırlıyor. CHP’nin lideri Özgür Özel’in koşullu desteği, muhalefetin birliğini engelliyor.. Güney Afrika, Kuzey İrlanda (IRA) ve Kolombiya örnekleri; şeffaf ve katılımcı süreçlerinDevletin niyetleri, güvenlik kaygılarından çok demokratik bir toplum inşasına odaklanmalı. Meclis’te kurulacak komisyon, şeffaf, katılımcı ve yetkili olmalı. Toplumun tüm kesimlerini sürece dahil edecek şeffaf bir zemin oluşturulmalı, tarafların eşitlik temelli niyetleriyle birleştiğinde barışı mümkün kıldığını gösteriyor. Öcalan’ın çağrıları ve PKK’nin adımları, bu fırsatın mümkün olduğunu gösteriyor. Ancak başarı, devletin, iktidarın, muhalefetin ve toplumun samimi niyetine bağlı.