Kürt meselesi Türkiye’nin önemli sorunlarından biri olageldi. Cumhuriyetin ilk yıllarında hal yoluna gireceğine ilişkin emareler görülse de 1921 Anayasasının uygulanmamasının yarattığı sıkıntılar farklı bir tarih yazımına neden oldu. İlk Meclis’in oluşumundaki bileşime uygun adımlar atılsaydı, Koçgiri’de yaşanan o ilk kanlı bastırma hareketi de yaşanmayabilir ve belki de sonraki süreç başka türlü olabilirdi.
Kısa ama dönemin ruhuna uygun prensipler manzumesi sunan 1921 Anayasasının hızla berhava edilmesi bir makas değişimiydi. Arkasından 1924 Anayasasıyla Türkiye’nin zengin dil, kültür, inanç gerçeğine aykırı olarak “tekçi” bir inşa süreci başlatıldı ve yıllar içinde bunda ısrar edildi.
Elbette Cumhuriyet önemli bir gelişmeydi. Ancak daha birkaç yıl önceki mücadele birliğini yapılandıran Kongreler, Kongrelerin verdiği şevk ve ortak yaşam duygusu; halkların ve inançların ayrımsız temsiliyetini öngören yeni demokratik bir cumhuriyet hayali hızla dağıldı. Türk-Sünni tekçi toplum tasavvuru devreye sokulurken, inkar, asimilasyon, şiddet ve hukuksuzluğun mekanizmaları yaratıldı.
Uzatmayalım, ancak Kürt meselesi kaynaklı büyük acılar yaşandığını vurgulayalım ki bugün bir kez daha ortaya çıkan ‘çözüm ihtimalini’ doğru değerlendirelim. Zira Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyet tarihi bize farklı kimliklerden halklar ve inançların yaşadıkları hiç bitmeyen sorunlar gerçeğini gösterir.
Bugün Kürtlerle Türklerin ilk karşılaşmasına gönderme yapılan 1071 Malazgirt kapısı ve sonraki her bir buluşma ayrı bir tartışma konusu olsa da kimsenin inkar etmediği gerçek, Kürtlerin bu toprakların kadim halklarından olduğudur.
Dolayısıyla Malazgirt’ten Cumhuriyet’e yüzyıllara yayılan ortak yaşamın biriktirdiği eşitsizliklere bir kez daha bakmakta yarar var. Her kritik dönemeçte egemenlerin kader birliği ettiği Kürtlerin, milli savaşta da önemli bir aktör olarak yerini aldığı genel kabul görüyor. Milliyetçi seçkinlerden, ulusalcı solculara, siyasal İslamcılara kadar hemen herkes “Çanakkale’de, Kurtuluş savaşında hep beraber çarpıştık, kanlarımız birbirine karıştı, mezarlarımız ortak” diyebiliyor.
Ancak bu tarihsellik, sorunu yok saymaya gerekçe edilmekten çıkarılabilirse doğru yola girilebilir. Zira bir kez daha bu tarihsel yolculuğu, eşit haklara dayalı bir “kardeşlik” olarak perçinlemenin sorumluluğu ile karşı karşıyayız.
Israrla “biz varız” diyen Kürt halkı, iktidarlar değişse de benzer baskı ve şiddetle karşılaştı. 12 Eylül askeri darbesiyle birlikte ağırlaşan şiddet, sorunu başka bir aşamaya taşıdı. Gözaltı merkezlerinde ve Diyarbakır cezaevinde Esat Oktay Yıldıran mühürlü Kürt kimliğini de hedef alan işkenceler, insanlık dışı uygulamalar yaraları daha da kanattı. O dönem Kürtlere yaşatılanlar filmlere, belgesellere, kitaplara, öykülere, anılara kazındı, toplumsal vicdanda derin yaralar açıldı. Sonuçları hepimizce malum. Seksenli yıllarda ortaya çıkıp, 40 yıla yayılan çatışmalı sürecin 12 Eylül işkenceleriyle ilişkisi de genel kabul görüyor. Ardından 90’lı yıllar boyunca OHAL, özel hukuk, özel yönetme usulleri, özel valiler, koruculuk, JİTEM vs. özel şiddet mekanizmaları devreye sokuldu. Köy boşaltmalar, gözaltında kayıplar, faili meçhul cinayetler, toplu mezarlar bölgenin gerçeği haline geldi.
90’lı yıllarla birlikte, Kürt sorununun siyasal çözümüne ilişkin geniş bir demokratik halk hareketi ortaya çıktı. HEP ile başlayan Kürt siyasi parti kurumsallaşması, sonraki yıllarda da ısrarla sürdürüldü. Bağımsız adaylar, DEHAP, HDP, DEM parti etrafında sosyalistlerle, demokratik güçlerle seçim ittifakları yapıldı. Her dönemin egemenlerince şiddet ortamında ısrar çabalarına karşın, Kürtler buldukları her fırsatta Türkiye için demokrasi ve Kürt sorununda demokratik çözüm siyasetinden hiç geri adım atmadı.
40 yıla yayılan çatışmalı süreçte Özal, Demirel, Mesut Yılmaz ve AKP iktidarlarında zaman zaman “siyasi çözüm” telaffuz edilse de gereği yapılmadı. Güvenlik bürokrasisinin yürüttüğü 2011 Oslo sürecine nazaran, 2013 çözüm süreci kısmen toplumsallaşmakla birlikte Dolmabahçe Mutabakatı sonrası süreç bir kez daha akamete uğramıştı.
Bu defa daha uygun bir konjonktür söz konusu. Uluslararası güçlerin gözetiminde HTŞ operasyonlarıyla Esad yönetiminin devrildiği, yeni Suriye’nin geleceğine ve Türkiye’ye etkileri olacak bir dönemde, MHP-AKP iktidarı tarafından İmralı-DEM Parti muhataplığında adı konulmamış da olsa yeni bir adım atıldı.
İktidarın bu adımı atmasında başta Kürtlerin demokratik çözümde ısrarıyla birlikte, Suriye’de ortaya çıkan ve Ortadoğu’yu etkileyecek karmaşık güç ilişkilerinin bir rolü olduğu açık. Bugün Suriye sahasında Kürt sorunu, uluslararası bir sorun haline gelmiş, tarafları ve muhatapları çoğalmıştır.
İktidarın sorunun demokratik çözümüne dair bir çerçeve ortaya koymaması, kayyım politikaları, muhalefet partileri ve yerel yönetimler üzerinde baskının sürdürülmesi; darbe dönemlerini aratmayacak şekilde hak talepleri ve en küçük siyasi eleştiriye gözaltı ve tutuklamalarla cevap verilmesi, Kuzey Doğu Suriye’deki uygulamalar nedeniyle iktidarın bu adımına karşı genel bir güvensizlik var. İktidarın ömrünü uzatmaya yönelik oyun olduğu kuşkusu genel olarak muhalif kesimleri paralize etmiş durumda.
Ancak bu bekleyip görme tavrı, demokratik kesimleri süreçte bir aktör olmaktan çıkarmakla kalmıyor, iktidarın manevra alanını genişletiyor. Ana muhalefet partisi ve demokratik, sosyalist tüm siyasi partilerin Türkiye için demokrasi, Kürt sorununun demokratik çözümü ve çatışmalı sürecin sona erdirilmesine dair önerilerini ortaya koyarak, aktif bir rol üstlenmeleri tayin edici olacaktır. Demokrasi güçlerinin, “içeride ve bölgede barış ve demokratik çözüm” diyerek aynı zamanda tüm halklar ve inanç kesimlerinin haklarının güvence altına alındığı demokratik bir Suriye inşası için de inisiyatif geliştirmelerini beklemek kadar doğal bir şey olamaz.
Bu özgün konjonktürde, belirsizliklerine rağmen, Kürt sorununun çözümüne dair bir olanakla karşı karşıyayız. Çözüme dayalı birlikte yaşamı ısrarla savunan bir Kürt demokratik hareketi gerçeği var. DEM Parti heyetiyle görüşen Öcalan’ın basına yansıyan mesajları da ortak demokratik yaşamdan yana. Bölge düzeyinde uluslararası güçlerin hesaplarını da bozacak bir demokratikleşme yaklaşımında ısrar edilmesi tüm halklara önemli bir yeni yol seçeneği sunuyor. Siyasi partilerin, tüm toplumsal grupların ve kurumların aktif katılımıyla adil bir barışla, yeni demokratik Türkiye’ye kapı aralanabilir.