Sorunun çözümü için Türk devleti şiddet merkezli politikalarını terk etmeli ve Kürt halkının demokratik taleplerine karşılık vermelidir
Felat Welat
Kürt sorunu, Türkiye’nin en köklü ve çözülmesi en acil meselelerinden biridir. Ancak bu sorun, yalnızca etnik haklar ve kültürel kimlik tartışmalarıyla sınırlı değildir. Sorunun merkezinde, Türk devletinin tarihsel olarak Kürt halkına uyguladığı inkâr, asimilasyon ve baskı politikaları bulunmaktadır. Bu politikalar, Kürt halkını siyasal taleplerini dile getiremez hale getirerek tüm kanalları kapatmıştır. Devletin bu baskıcı yaklaşımına karşı bir tepki olarak silahlı mücadele Kürtler için bir seçenek olarak ortaya çıkmıştır.
Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren Türk devleti, Kürt halkını yok sayan bir anlayış benimsemiştir. Kürt kimliği ve kültürüne yönelik inkâr politikaları, Lozan Antlaşması’ndan itibaren sistematik bir şekilde uygulandı ve Kürtler “dağ Türkleri” olarak tanımlanarak kültürel varlıkları reddedildi. Bu asimilasyon politikaları, Şeyh Said İsyanı’ndan Dersim’e, Koçgiri’den Zilan’a kadar Kürt halkının isyanlarına yol açtı. Ancak bu isyanlar da devletin baskıcı politikalarını pekiştirmekten başka bir sonuç doğurmadı ve Kürt halkı giderek daha fazla dışlandı.
1970’ler ve 1980’lere gelindiğinde, Kürtlere demokratik mücadele kanalları tamamen kapatıldı. Siyasal partiler kapatılıyor, Kürtçe konuşmak yasaklanıyor, Kürt kimliğini ifade etmek suç haline geliyordu. Bu koşullar altında PKK’nin ortaya çıkışı, devletin sistematik baskılarının bir sonucudur. Kürt halkına barışçıl ve demokratik yolarla hak arama imkânı bırakılmadığı için, şiddet kaçınılmaz hale gelmiştir. PKK’nin ortaya çıkışı devletin inkar ve baskı politikalarının yarattığı tarihsel bir sonuçtur.
Kürt halkının kimlik, özgürlük ve adalet taleplerini dile getiren bir örgüt olarak PKK, şiddeti bir araç olarak kullanmak zorunda bırakılmıştır. Çünkü Türk devleti, Kürtlerin hak arayışına yalnızca zor kullanarak yanıt vermiştir. Kürt sorunu, hiçbir zaman müzakere ve diyalog zemininde ele alınmamış; her talep bir “tehdit” olarak görülmüştür. Devletin bu baskıcı yaklaşımı, Kürt halkı nezdinde derin bir güvensizlik yaratmış ve PKK’nin silahlı mücadele çizgisine olan desteği artırmıştır. Dolayısıyla, PKK’nin şiddet yöntemlerini tercih etmesi, mevcut koşulların bir sonucudur.
Şiddet kullanımı Kürt sorununun çözümü için bir nihai hedef değildir. Bu nedenle, çözüm yolu Türk devletinin zihniyet değişikliğinden geçmektedir. Devletin, Kürt sorununa dair baskıcı güvenlik politikalarını terk ederek, Kürt halkının varlığını, kimliğini ve haklarını tanıması gerekmektedir. Kürtler için anadilinde eğitim, yerel yönetimlerde özerklik ve siyasi temsil gibi talepler bir lütuf değil, demokratik bir toplumun asgari gereklilikleridir.
Sorunun çözümü için Türk devleti şiddet merkezli politikalarını terk etmeli ve Kürt halkının demokratik taleplerine karşılık vermelidir. Bu, yalnızca Kürtlerin değil, Türkiye’nin demokratikleşme sürecinin de önünü açacaktır. Ancak devletin bu dönüşümü gerçekleştirebilmesi için öncelikle tarihsel bir yüzleşme yaşanmalıdır. PKK’nin ortaya çıkış nedenleri ve Kürt halkının neden silahlı mücadeleye destek verdiği doğru bir şekilde analiz edilmelidir. Bu yüzleşme olmadan, çözüm yönünde atılacak hiçbir adım kalıcı olamaz.
Sonuç olarak, PKK’nin şiddet kullanımı, Türk devletinin Kürt sorununa yönelik baskıcı ve inkarcı yaklaşımının bir sonucudur. Şiddet, elbette ideal bir yol değildir; ancak mevcut koşullar altında Kürt halkı için bir zorunluluk haline getirilmiştir. Bu zorunluluğun ortadan kalkması için, Türk devletinin paradigmasını köklü bir şekilde değiştirmesi ve soruna barışçıl, demokratik bir çözüm getirmesi şarttır. Şiddeti doğuran koşulları ortadan kaldırmadan, barışı sağlamak mümkün değildir. Bugün yapılması gereken, Kürt halkının taleplerine kulak vermek, şiddeti değil, barışı konuşmaktır. Çünkü gerçek çözüm, ancak adaletin ve eşitliğin hüküm sürdüğü bir toplumda mümkün olacaktır.