İrfan Aktan ile hem kitabını hem de kitabın yansıttığı gerçekliğin perspektifiyle insanlığın ve Kürtlerin geleceğini konuştuk:
Türkiye, kendi sorununu ihraç ederek aslında diplomatik, toplumsal, siyasal sorunlara sebep oluyor. Bence bu açıdan Japonya’daki Kürtler meselesini ele almak gerekiyor
Nezahat Doğan
“Filistin askısını biliyor musun? Karihomenlilik işte böyle bir işkence. Vücudunun bütün ağırlığını yere zar zor değen ayak parmaklarının üstünde taşıman gerekiyor. Ben buna Japon askısı diyorum. karihomenlilik ne zaman indirileceğini bilmeden tutunduğun bir askıdır.”
90’lı yıllarda baskı, asimilasyon, hak ihlalleri, işkenceler, insanlık dışı uygulamalar sonucunda kendi topraklarından göç etmek zorunda kalan 4 bin Kürdün Japonya’da yaşadığı ırkçı baskıları İrfan Aktan’ın yıllar alan çalışması Karihomen kitabından öğrendik. İrfan Aktan ile hem kitabını hem de kitabın yansıttığı gerçekliğin perspektifiyle insanlığın ve Kürtlerin geleceğini konuştuk.
- Japoncada Karihomenlik denetimli serbestlik, yarı açık cezaevi; yaşadığın yerde her şeyden yoksun olma, hapsedilebilme hali mi? Japonya’da yaşayan sayıları 4 bin civarındaki Kürtler neden göç etti ve Japonya’da neden Karihomenlikle karşılaştılar?
Aşağı yukarı böyle. Japonya’ya 1990’lı yıllarda giden Kürtler tabii ekonomik görünümlü politik sebeplerden dolayı gittiler. Gidenler, Maraş Pazarcık’a bağlı köylerden ve eskiden Alevî olan Maraş katliamından sonra, aslında da Osmanlı döneminde de vergi baskısı nedeniyle Sünni görünümüne geçen Atmanki aşiretine bağlı Mahkan kolu. Bu zamanla aşiretleşmiş Atmanki aşireti 12 kolu olan konfederasyon. 1978’de Genelkurmay’a bağlı jandarma istihbaratın veya MİT’in raporu daha sonra bunu Aşiret Raporu diye kitaplaştırdı ve bu 2000’e Doğru dergisinde yayınlandı. O raporda Mahkanlar Alevi Kızılbaş olarak gösteriliyor. Fakat Maraş Katliamı’ndan ve 12 Eylül’den sonra mahkemelerde Sünni görünmeye başlamışlar. 12 Eylül’den sonra da hemen köylerine cami yapılmış.
- Nasıl Sünni görülmeye başlanmışlar?
Artık Alevi pratiklerini yapmamaya başlıyorlar. Aslında deprem sırasında ben o tarafa, Alevi köylerine gittiğimde mesela Alevi olduklarını fısıldayarak söylüyorlardı. Yani Maraş katliamının etkisi hala sürüyor. Katliamdan sonra Avrupa’ya ve dünyanın çeşitli yerlerine Pazarcık’tan çok yoğun bir Alevi göçü oluyor ama Mahkanlar gitmiyor. Çünkü hayvancılık yapan bir aşiret ve Türk köyleri tarafından kuşatılmış köylerinde bir şekilde yaşıyorlar. Ama 90’lı yıllarda yayla yasakları gelince artık hayvancılık yapamaz hale geliyorlar ve içlerinden Mehmet Kavalcı Avustralya’ya gidecekken vize uygulaması nedeniyle rotayı Japonya’ya kırıyor. Mehmet, lakabı sonradan gittiği şehir olacak kişi ve ardından da diğer Mahkanlar gidiyorlar ve gittiklerinde de iltica başvurusu yapıyorlar. Biz politik nedenlerle ülkemize dönemeyiz, diyorlar. Ama Japonya’nın mülteci politikası çok katı, göçmen ve mülteci dışlayıcı bir sistem. Dolayısıyla hiçbirinin iltica başvurusu kabul edilmiyor ama yasalar gereği deport da edilmiyorlar. Kürtlerin iltica talepleri tekrar tekrar reddedildikçe peyderpey, Japon Göç Hizmetleri Dairesi’nin gözaltı merkezlerinde tutuklu olarak kalmaya başlıyorlar. Bazıları 6 ay, bazıları yıllarca tutuklu kalıyor. Bu sistem hala da devam ediyor. Daha sonra da denetimli serbestlikle, yani Karihomenlik yapılarak salıveriliyorlar. Ama bu da geçici bir şey. Yani Karihomen olmanız bir daha tutuklanmayacağınız anlamına gelmiyor. Epeydir ırkçılığın hedefinde Çinliler, Vietnamlılar, Filipinliler, Myanmarlılar ve bütün göçmenler var. Fakat Kürtler 2023 yılından itibaren sistematik ve seçilmiş hedef olarak…
- Bu hedef olma halini kafkaesk ekseninde bir aygıta benzetiyorsunuz. Burada ne yapılmak isteniyor?
Kafkaesk aygıt benzetmesi şu açıdan anlamlı. Kafka’nın Cezalılar Kolonisi’nde detaylarıyla bir işkence ve infaz aygıtından bahsedilir. Aygıta yerleştirilen mahkûmun bağıramasın, sesi çıkamasın diye öncelikle boğazına kadar giren bir tıkaçla ağzı kapatılır ve daha sonra o aygıtın ucundaki iğnelerle suçu bedenine işlenerek, yavaş yavaş kanırtılarak mahkûm infaz edilir, öldürülür. Bu benzetmeyi yaptım çünkü orada Kürtlerin bütün bu ırkçı ve faşist yalanlarla baş edebilecek bir araçları yok. Kavak Belediyesi her zaman Kürtleri savundu. Japon ana akım medyasının önemli bir kısmı bu ırkçı yaftalara karşı direndi ama ırkçı dalga daha çok internet üzerinden yürütülüyor. Kawa sokaklarında Kürtlere karşı ırkçı yürüyüşler yapılıyor ve bu ırkçı yürüyüşlerin bir referansı da Kürtlerin Türk – Japon dostluğunu zedeleyeceği propagandasına dayanıyor. Çünkü Japonya’daki Kürtlere karşı ırkçı dalganın bir ayağı da yine 2023’ten itibaren Türkiye’de de başlatıldı, ikili bir kuşatmaya alındılar. Türkiye, Kürt meselesini sadece içeride yaşamıyor bu aynı zamanda Avrupa’da, Amerika’da, Japonya’da bile yaşanıyor. Türkiye, kendi sorununu ihraç ederek aslında diplomatik, toplumsal, siyasal sorunlara sebep oluyor. Bence bu açıdan Japonya’daki Kürtler meselesini ele almak gerekiyor. Bu mesele bir bizim açımızdan çok ciddi bir alamet.
- Nasıl bir alamet?
Yani siz kendi içinizde barışı sağlamadığınızda ta Japonya’da bile böylesi sorunlara yol açabiliyorsunuz. Kendi vatandaşlarınızı kriminalize ettiriyor, hedef haline getiriyorsunuz. Bunun Türkiye’ye hiçbir faydası yok.
- Türkiye Kürtlerle barışı sağlar mı?
Kendi içinde başka seçenek yok çünkü. Yani Türkiye Kürt meselesini aynı zamanda ihraç eden bir ülke olarak yoluna nasıl devam edecek? Bir şeyi ihraç ettiğinizde bir şey de alıyor olmanız lazım. Ne alıyorsunuz? Sadece ülkeye dair negatif algı. Başka ülkelerdeki yeni sağ ırkçı grupların yeni hedefi haline geliyorsunuz. Bakın yakın zamanda Millî İstihbarat Teşkilâtı web sitesinde Avrupa’daki yeni sağ Faşist akımların yarattığı İslamofobi tehlikesini ve bunun Türklere yönelik tehlikesini anlatan çarpıcı bir rapor yayınladı. Şimdi bu raporu hazırlayan istihbarat teşkilatı gayet net biliyor, İbrahim Kalın biliyor, Hakan Fidan biliyor ki Japonya’daki anti Kürt dalganın arkasında Türkiye’deki gruplar da var.
- Bu kitabı oluştururken Türkiye’de tanıklık ettiğin ve kendi kişisel hafızanda yer alan olaylara yönelik çağrışımlar oldu mu?
Ben Yüksekova’nın köyünden geldim. Benim bütün çocukluğum göçmenlere ve göçmenliğe tanıklıkla geçti. Ben çocukken İran’dan Humeyni rejiminden kaçan, Tahran’dan gelip Türkiye üzerinden Avrupa’ya, Amerika’ya giden Fars üniversite öğrencilerini görüyordum. Bizim köye de gelip bir gece kalıp giderlerdi. Bizim aşiretin yarısı Dahok tarafındadır. Saddam’ın Enfal Harekâtı ve sonrasındaki Halepçe katliamından kaçan akrabalarımızın gelip yıllarca bizim köyde kalışına tanıklık ettim. Benim dedem bu sebeplerden dolayı üç sınır içinde, Türkiye, İran ve Irak arasında bir hayat sürmek zorunda kaldı. 1990’larda da bizim köylerimiz boşaltılıp iç göçe tabi tutuldu. Bu savaşa, göçlere, muhacirliğe tanıklık etmiş bir Kürt gazeteci olarak tabi ki kendi tanıklığımı da harmanlayarak aktarmak istedim. Yani bu akademik bir çalışma değil. Belki yarı akademik, yarı antropolojik, yarı gazetecilik çalışması. Ama sonuçta bu hepimizin hayatına öyle veya böyle etkiliyor.
- Peki, kendi geçmişine ve ülkenin genel toplumsal hafızasıyla da yüzleşirken, özellikle Japonya’da neyi yazarken ya da neyle karşı karşıya kaldığında yüzleşmekte zorlandığın durum oldu?
2022 Nisan’ında Japonya’ya ilk gittiğimde beni en çok çarpan şey ırkçı yaftalar karşısında Kürtlerin kendilerini suçluyor olmasıydı. Ama biz de, diyor olmasıydı.
- Bu neden sence?
Yine bizim köyden örnek vereyim. Türkler biliyorsun cinlere gelmesinler gazaplarına uğramasınlar diye üç harfli der, ismini anmak istemezler. Bizde de cinlere “Me çetir” diye Türkçeye “bizden iyi” diye çevrilebilir bir söz kullanırlar. Bu bir tür onların gazabından aslında kendilerini muhafaza etmenin bir sözlü ifadesi, bir eğretileme. Japonya’daki Kürtler de ilk gördüğümde ve ırkçı kuşatma ilk yaygınlaşmaya başladığında “Me çetir,” bizden iyi, biz de işte şunu bunu yapıyoruz diye habire kendilerini suçluyorlardı. Ama 2024’te tekrar gittiğimde artık bunun böyle olmadığını görmüşlerdi.
- Sorunun karşı tarafta olduğunu mu anladılar?
Evet. Çünkü mesela Korelilere de aynı şey yapılmış. Türkiye’deki Kürtler de öyle değil mi? Biz uzun bir süre kendi kimliğimizden, dilimizden utanır hale sokulduk. Bu baskının benliği ve öz saygıyı örselemesinden kaynaklanan bir yansıma. Japonya’daki Kürtler de bunu çok yoğun yaşadılar ama belli bir süre sonra onların yapıp ettiklerinden bağımsız olarak seçilmiş bir kurban olduklarının ve yapıp ettiklerinin değil kendilerinin ırkçı gruplar açısından katlanılmaz olduğunu anladılar.
- Hem PKK ile ilgili hem de YPG ile ilgili propaganda yaptıkları gerekçesiyle haklarında dava açılma noktasına da gelenler var değil mi?
Evet. Burada newrozlarda çeşitli bayraklar, flamalar taşıyanların videoları soruşturma konusu yapılmış. 2013-15 barış sürecinde her yerde bayraklar kullanılırken soruşturma açılmıyordu. Süreç bitince o iş başladı. Japonya’daki Kürtlere de aynı şey yapıldı. Japonya’daki ırkçıların zaten Kürtleri kurban olarak seçmelerinin bir sebebi de onları PKK ile ilişkilendirerek kriminalize etmek. Ve çok çarpıcı örnekler var; “gün gelecek PKK Japonya’yı basacak”, “PKK Japonya’da örgütlendi,” gibi Türkiye’deki ırkçı grupların sayısız videosu var. Buradakilerle oradaki ırkçılar bir ittifak halinde yürütüyorlar bu operasyonu… Bu insanlar bu yüzden topraklarından koparılıp götürüldüler. Şimdi de böylesi bir kuşatma altındalar ve bu devam ediyor. Bugünlerde Japonya’daki ırkçılar da, Türkiye’deki ırkçılar da mevcut barış sürecinden son derece tedirginler. Çünkü PKK’nin kendini feshi ihtimali, onların elinden de ciddi bir silahı alacak. Japonya bence önemli bir prototip. Ben yıllardır bu meseleden bahsederken aslında Japonya ışığında Türkiye’deki, Ortadoğu’daki Kürt meselesini, iktidar hesaplarını vesairenin topluma yansımalarını çok iyi görebileceğimizi düşünüyorum. Şu anda aynı hortlak, yani 1920’lerin faşizmi Avrupa’da, Amerika’da ve Japonya’da dünyanın her yerinde tekrar canlanıyor. Kürtlere yapılanları biz yakın zamanda Avrupa’da Müslümanlara, Türklere, Araplara, diğer halklara yapıldığını göreceğiz maalesef.
- yüzyılda dünyada ve Türkiye’de ırkçılık, milliyetçilik, militarizm yükselmesi nereden kaynaklanıyor?
Çünkü küresel kapitalizm bütün krizlerini çeşitli kurbanlar üzerinden görünmez kılmaya çalışıyor. Şu anda küresel kapitalizmin ve sermayenin, neoliberal politikaların yarattığı küresel bir prekarya, geleceksiz on milyonlar söz konusu. Bunlara bir kurban, bir hedef lazım ve diyorlar ki; sizin yoksullaşmanız, sizin geleceksizliğiniz göçmenlerden kaynaklanıyor. Trump iktidara geldiğinde yaptığı ilk şey göçmen karşıtı politikalarına hız vermekti. Bu küresel ölçekte devam edecek, yabancılar ve göçmenlere karşı kuşatma artacak. Şu anda dünyada ırkçı bir enternasyonal ittifak kurulmaya çalışılıyor. Popülist ve faşist liderler aynı dilden konuşuyor. “Bir Japon ırkçısıyla bir Türk ırkçısı nasıl buluşabilir ki?” diyorsun. Ama hayır, eş güdüm halde Amerika ve Japonya’daki ırkçı gruplar ciddi münasebetler kuruyorlar internet sayesinde. Şimdi tarihi ve belki insanlık açısından en önemli sınav bu ırkçı kuşatmaya karşı bütün halkların ve göçmenlerin eşitliğini, özgürlüğünü, sınırsız, sömürüsüz bir dünya tahayyülünü tekrar enternasyonal bir talebe dönüştürmek.
- Bu dünya tahayyülünü noktasında 27 Şubat’ta PKK lideri Abdullah Öcalan’ın çağrısı ve ortaya koyduğu demokratik toplum modeli ile Rojava’da yaşanan örnek model özellikle Ortadoğu’da ne tür sonuçlar otaya çıkarabilir?
Vallahi şöyle Abdullah Öcalan barış konusunda da toplumsal meseleler konusunda da hep aynı yerde durup sürekli değişebilen nadir isimlerden biri. Yani 93’teki ateşkes antlaşmasından ve o dönem verdiği mülakatlardan tutun da 99’daki savunmalarına kadar bakıyorsunuz aslında hep aynı şeyleri tekrarlamış ama sürekli de değişmiş. Hem değişmiş hem de değiştirmeye çalışmış. Bu tabii Kürtler açısından çok büyük bir fırsat. Öcalan şu anda dışarıyla ne kadar irtibat halinde? Sosyal medyayı biliyor mu? Bu yeni ırkçılığa ne kadar vakıf? Bunların hiçbirini bilmiyoruz. Ama bildiğimiz bir şey var. Öcalan kendini sabit durduğu ideolojik kolonu bir sekterliğe, bir tutuculuğa dönüştürmemek üzere kurgulamış. Mesela dikkat edin, reel sosyalizm eleştirisini yapıyor ama sosyalist olduklarını tekraren vurguluyor. Bu açıdan Öcalan’ın tabiriyle kapitalist modernitenin yarattığı göçmen düşmanlığı, ırkçılık, faşizm, yeni sağ hareketler, sömürü sistemi, kadın karşıtlığı ya da erkek ataerkil kodların yeniden tahakkümü, kadın sömürüsüne dayalı iktisadi işleyişe karşı yeni bir tahayyülü, alternatifi, en azından Kürtler açısından üzerinde bina edilebilecek bir tarla, bir toprak olarak, bir yeşerme alanı olarak tesis etmiş görünüyor Öcalan. Bu tabii burada Kürt hareketinin ve onun çeperindeki hareketlerin bu tarlayı, bu toprağı nasıl işleyeceği de çok önemli. Birileri, buna Kürt hareketi dahil, sırtımızı koltuğa yaslayıp bunun başarıya ulaşmasını bekleyelim derse, öbür fırtına, öbür karabasan çok daha güçlenerek tahakküm kurabilir. İçinde bulunduğumuz süreç de böyle bir risk barındırıyor.
- Ne tür riskler?
Mevcut iktidar barıştan söz ediyor. Bir barışı, çatışmasızlığı, PKK’nin feshedildiği bir düzlemi iktidar da istiyor gibi görünüyor. Fakat iktidar Türkiye’nin demokratikleşmesini, kadın özgürlükçü, ekolojist bir sistemi, sömürü düzeninin değişmesini, işçi sınıfının bir tür kölelik düzeninden kurtulmasını istiyor mu? Mevcut iktidar? Tabii ki hayır. Dolayısıyla Kürt hareketi reel siyasi alanda barış için çaba sarf ederken, demokrasi mücadelesinin önemli bir partneri olarak da mücadele etmek zorunda. Bütün bu dengeyi sağlayacak olan Öcalan değil. Yani Öcalan bunları zaten söylüyor, söylemiş. Peki, siz o siyasi mahareti gösterebilecek misiniz? Bence Kürtler için ve Kürt siyaseti için en büyük sınav yeni başlıyor.
- Nedir bu sınav?
Kürt hareketi, barış müzakerelerini ve demokrasi mücadelesini aynı anda yürütme kabiliyetini sergileme konusunda ve barış sağlandığında demokrasi mücadelesinin hala devam ettiğini görme, bunun zeminini örgütleme konusunda yeni bir sınavla karşı karşıya.
- 27 Şubat’tan sonra nasıl bir somut adım olması lazım? Tecridin kaldırılması mı, Meclis mi? Barış için atılması gereken adım ne?
Şimdi benim fikrimi sorarsan demokrasi. Türkiye demokratikleşerek barışı sağlamlaştırır. Ama ne olacak? Bence esas bunu tartışmak gerekiyor. Öcalan hareketine ve Kürtlere bu meseleyi çözmesi için biz belirlenen değil belirleyen aktörüz diyor. O yüzden devletten bir şey beklemiyor. Öcalan devletten mekanizmalar kurmasını, bu sürecin ilerletilmesi konusunda kolaylaştırıcı olmasını bekliyor ki bu zaten teknik bir mesele. Kürtler mecburen artık kendi kaderleri için mücadele etmek zorundalar. Bu geçen yüzyılın koşullarında Türkiye açısından silahlı mücadele olarak ortaya çıktı. Ama Öcalan artık bu çağ kapandı, silahları biz aldık, silahları biz bırakıyoruz, noktasına geldi. Ama devam ediyor. “Bu aslında yeni bir başlangıç. Eğer demokrasi istiyorsak, eğer demokrasiyi tesis edeceğimizi vaat ediyorsak demokratik yöntemlerle mücadelemizi sürdüreceğiz, değişeceğiz” diyor.
Devlet istese de istemese de kendini buna göre değiştirmek zorunda kalacak.
- Zaten PKK lideri Abdullah Öcalan’ın da herkesin, Kürtlerin de hareketin de örgütün de kurumların da kendini yenilemesi ve değişmesi gerektiğine dair vurgusu yok mu?
Şimdi tekrar başa gelelim. Öcalan için aynı yerde durup sürekli değişen, sürekli kendi kendini değiştiren, dönüştüren bir aktör ifadesini kullanmıştım. Bazen hareketini eleştirirken de niye bu dönüşüme ayak uydurmuyorsunuz diye eleştiriyor. Kürt hareketi niye bu kadar var olabildi? Çünkü Kürt toplumuyla çok iyi bir uyum sağladı. Niye Parti veya Kürt hareketinin çeperindeki toplumsallık hep milyonlar oldu. Çünkü bu hareket, bu toplumla bir uyuşma, her açıdan bir örtüşme yaşadı. Kendisi sadece Kürt toplumunu değiştirmeye çalışmadı. Kürt toplumu da onu değiştirdi. Karşılıklı bir değişim söz konusu oldu. Yeni süreç biraz da böyle olacak. Çatışmaların ve silahların ortadan kalktığı bir dönemde bunu yürütmek çok daha mümkün hale gelecek. İnsanların ölmediği, insanların çocuklarını kaybetmediği bir ortamda siyasi hareketlerin ve toplumsal mücadelenin yeşermesi, genişlemesi çok daha mümkün hale gelebilecek. Ama bu çağın gerçeklerini ıskalayan bütün hareketler öyle veya böyle marjinalleşecek. Öcalan kendi hareketine aslında bunu hatırlatıyor. Çağa ayak uydurun diyor. Çizgimiz, üzerinde durduğumuz zemin belli. Bu eksende sürekli kendimizi değiştirmemiz gerekiyor diyor.
İrfan Aktan’ın derdi nedir?
Valla, derdimiz büyüktür. Bir Kürt olarak yaşadıklarımı, tanık olduklarımı büyük meselemize hep bağlayarak kendimce hepimiz gibi ben de kendimce bir emek vermeye çalışıyorum. Bunu ne kadar hakkıyla yaptığımı bilmiyorum ama işte sonradan Türkçeyi öğrenmiş hem savaştan dolayı hem ekonomik olarak çok yoksul bir aileden gelmiş biri olarak yazı yazmaya, söylemeye çalışıyorum. Sadece Kürtlerin yaşadığı değil, diğer ezilenlerin yaşadıklarıyla da ilişkilendirerek başka ezilen grupların duyulamayan sesini duyurmaya çalışan bir gazeteci oldum. Japonya da kimsenin duymadığı, haberdar olmadığı 2 bin Kürdün sesini duyururken de hep aynı motivasyonla hareket ettim. Birileri gözden ırak bir bölgede trajedi, baskı, zulüm görürken buna bigâne kalamazdım. Kalamam çünkü. Dediğim gibi kendi deneyimim bu.