Zamanın başbakan dış politika başdanışmanlığını yürüten, şimdilerde ise başkan yardımcısı olan İbrahim Kalın, 20 Ağustos 2013’te Twitter hesabından “Türkiye, Ortadoğu’da yalnız kaldı iddiaları doğru değil, ama bu bir eleştiri ise o zaman söylemek gerekir: Bu, değerli bir yalnızlıktır” şeklinde bir paylaşım yapmıştı. Kalın bu tanımlamayı Ortadoğu politikalarına yönelik yalnızlaşma eleştirileri karşısında kullanmıştı. Şimdilerde bu tanımlama, Rojava işgali karşısında Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı yalnızlık ve bu yalnızlığın yarattığı hayal kırıklığını gizlemek için kullanılıyor. Kavram, gerçekte 19. yüzyıl sonlarındaki İngiliz dış politikasına verilen ad. İngiltere, büyük sömürge imparatorluğunu genişletmek için neredeyse tüm dünya ile savaşa tutuştuğu dönemde dünya çapında yaşadığı yalnızlığa yol açan politikalarını kendi halkına bu kavramla açıklamayı tercih etmişti.
Kalın’ın “değerli yalnızlık “tanımlaması bugünlerde savaş politikalarını meşrulaştırmak için kullanılıyor. Neredeyse İngiltere ile aynı mantık üzerinden hareket edilerek haksız ve meşru hiçbir gerekçesi olmayan kanlı bir saldırı, bu saldırıya karşı gelişen tepkiler ile ortaya çıkan yalnızlaşma, yalnızlığın kendisini yücelterek aklanmaya çalışılıyor. Sözcüklerin kendisine büyük anlamlar yükleyerek gerçekliğin ters yüz edilebileceği düşünülüyor. Hamaset ve milliyetçilik üzerinden sağlanmaya çalışılan kamuoyunun, gösterilen tepkiyi görmezden gelmesi, olası ekonomik ve siyasi sonuçları benzer bir hamasetle göğüslemesi, sineye çekmesi sağlanmaya çalışılıyor.
Oysa herkes biliyor ki bu savaş AKP hükümetinin kendi varlığını sürdürmek ve Kürt halkının Rojava’daki kazanımlarını yok etmek adına çıkarıldı. Dünya halkları, işgal politikalarına ve saldırılarına karşı Rojava halkları ile dayanışmaya girerken hükümetler peş peşe kınama mesajları yayımlamaya, silah ticaretini askıya aldıklarını açıklamaya başladılar. Tüm dünya kentlerinde binlerce insan sürdürülen saldırıyı lanetliyorlar. Yaşanmakta olan yalnızlık ne kadar parlak sözcüklerle süslenmeye çalışılırsa çalışılsın “lanetli” bir yalnızlık olarak okunuyor.
9 Ekim Salı günü başlayan saldırı, ABD baskısıyla ilan edilen ateşkes ile kısmi bir duraklama durumuna gelmiş bulunuyor. Zira saldırı eski hızında olmasa da devam ediyor. AKP hükümetini ateşkese zorlamak için ABD’nin Halkbank davasını raftan indirmesi ve Erdoğan ailesini malvarlığı ile tehdit etmesi ise savaşa açık ya da gizli destek veren saray karşıtları açısından incitici bir uyarı olsa gerek. Ateşkes ilan edilirken ortaya dökülen Trump’ın mektupları, paylaştığı tweetler ve savurduğu tehditler ilerleyen süreçte, bizzat kendi cenahından muhalifler tarafından Erdoğan’ın önüne getirilecektir. Bütün iktidarını, bir çeşit sosyetesini “Dik dur eğilme” söylemi üzerinden kuran, tüm dünyaya meydan okumakla övünen Erdoğan, hem mektubu hem tweetleri sineye çekmiş, zayıf yönünü rakiplerine göstermiştir. Ateşkes ilanına dek gelen süreçte ABD, Kuzeydoğu Suriye’deki askeri varlığını geri çekerken, boşalttığı yerleri, müttefiki Türkiye’ye değil, SDG ile anlaşma yapmış bulunan Rusya desteğindeki Suriye ordusuna bırakmıştır. Bu durumun kendisi bile Türkiye’nin saldırı ile yaratmak istediği zafer havasının hayale dönüşmesine yol açmış, Erdoğan’ın dostu Putin’le baş başa kalmasını sağlamıştır. Bundan sonraki sürecgidişatı belirleyecek ana güç Rusya olacaktır.
Saldırı, sarayın ABD ve Rusya açısından ne kadar kullanışlı bir aparat olduğunu ortaya koyarken, tersten bu kullanışlı aparatın kullanım ömrünü bitirdiğini de açığa çıkarmıştır. Suriye iç savaşı başladığından bu yana, Kürt özgürlük hareketine kendi politikalarını dikte etmek isteyen Rusya ve ABD, AKP hükümetini Kürt halkı üzerinde Demokles’in kılıcı gibi kullanmış, istedikleri ölçüde Kürt halkına saldırılmasına seyirci kalmıştır. Son saldırının da gösterdiği üzere, emperyalist güçlerin demokrasi ve özgürlük gibi bir niyetleri yoktur. Devletler sadece siyasal ve ekonomik çıkarlarını realize etme peşinde koşarlar. Ezilen halkların dostu devletler değil yine ezilen halklardır. Zorla dayatılan ateşkes ile savaşa beş günlük ara verilmiştir. Savaş tüm vahşetiyle, yıkıcılığıyla devam etmektedir. Saldırı Türkiye emek, demokrasi ve barış güçlerinin ne kadar kırılgan bir zeminde bulunduğunu da açığa çıkardı. Yerel seçimlerde saraya karşı yan yana gelen ve sandıkta oy kullananlar, savaş karşısında ya destekçi konuma geçtiler ya da sessiz kalmayı tercih ettiler. HDP, bileşenleri ve ittifakları dışında ne mecliste ne de sokakta savaşa karşı yüksek sesle bir karşı çıkış olmadı. Tam tersine, savaşın karşısında durulması beklenen pek çok kişi ve kurum açık ya da ürkek destek mesajları attılar. Bunda, hükümetin savaş karşıtlarına karşı vahşi bir terörle saldırması kadar, toplumun genlerine işlemiş bulunan şovenizmin de etkisi vardır. Bunlar kadar önemli olan başka bir olgu ise devrimci hareketlerin, kitleler üzerindeki hegemonyasının zayıflığı olgusudur. Geldiği noktada sarayın devrilmesinin, devrim ve sosyalizm mücadelesinin zafere ulaşmasında başat koşulu, Türkiye işçi sınıfı ile Kürt halkının ortak mücadelede buluşmasıdır. Emek, demokrasi ve özgürlük mücadelesi başarıya ulaşacaksa, devrimcilerin bu hegemonya mücadelesinden galip çıkması, işçi sınıfı ve Kürt halkının ortak mücadelesinin taşlarını döşemeye başlaması gerekir. Bu perspektifle harekete geçen sosyalistlerin yan yana gelmek ve harekete geçmek için zamana şans tanıyacak lüksü kalmamıştır.