Şilili yönetmen Pablo Larrain, bu defa ebeveyn olmak ve aile kalıplarına dair radikal bir film ile seyirci karşısında; ama yer yer anlatımın dağıldığı kafa karıştıran bir filmle…
Tony Manero, Post Mortem (Morg Görevlisi), No (Hayır), The Clup (Kulüp), Neruda, Jackie ve Ema, Şilili yönetmen Pablo Larrain, Ema ve Jackie hariç, ağırlıklı olarak ülkesinin hem yakın hem de sol tarihine bakan filmler yaptı. Belki The Clup’ı da yakın sol tarih kısmından ayırabiliriz ama Kilisenin işlediği “günahlara” değinen yine politik bir yapımdı o da. Jackie, JF Kennedy’nin yanında suikaste yakından tanıklık eden eşi Jacqueline Kennedy Onassis’e dair, kendine has üslubuyla çekilmiş; tekinsiz ve tedirgin bir bakıştı. Belki kendi ülkesi dışındaki ilk bakışı da denebilir. Aynı yıl Şilili şair Pablo Neruda’nın gerçeğin nerde başlayıp bittiği belli olmayan, kurgu ile biyografinin usta bir şekilde iç içe girdiği filmi de benzer bir çalışmaydı. Tarihe bağlı kalmadan ama çarpıtmadan da anlatmayı becerse de bazı “Ailesi muhafaza- kâr ve zengin yönetmen” yaftasından kurtulamadı. Özellikle Neruda’da sola eleştirileri vardı. Neruda’yı olduğu gibi vermesi rahatsızlık yarattı ama şairin anılarında Sri Lanka’da bir hizmetçiye tecavüzünü anlatması, kimilerini bu kadar bile rahatsız etmemişti. Neyse konumuz bu değil.
Klasik ‘evlilik hikayesi’ değil
Ema, Larrain’in şimdiye kadarki en farklı filmlerinden sayılabilir. Aslında yönetmenin anlatım açısında farklılığı her filminde hissediliyor. Ama bu defa daha uçlara değmeye çalışıyor yönetmen. Bazı yönleriyle bunda başarılı olduğu söylenebilir. Ama bu başarı filmin tamamına hâkim değil. Neruda ve Jackie gibi aynı yıl iki muhteşem filmi ile seyirci karşısında olup bu defa bambaşka bir şey deneyen Larrain, işin alından kalkıyor kalkmasına ama fazlaca kafa karıştırarak. Ema (Mariana Di Girolamo) ve Gaston (Gael Garcia Bernal) dansçı bir çift, daha doğrusu Ema dansçı, Gaston, koreograf. Çift, evlatlık aldıkları oğulları Polo’yu evi ateşe verip teyzesinin yüzünü yakması, kediyi buzluğa koyması gibi sebeplerden geri veriyor. En azından anladığımız gerekçeler bunlar. Fakat daha sonra ettikleri kavgalarda görüyoruz ki ikisi de bu karardan pişman ve birbirlerini suçluyor. Tabii bu bir Marriage Story (Yönetmen: Noah Baumbach) kavgası değil, daha acımasız, savruk, anne- baba rollerini ve çift olmaya yetecek tüm kalıpları alaşağı ediyor. Zaten filmin de aile kalıplarını sarsmak gibi bir derdi var.
Anne olmayı istememek
Çiftin Polo’yo geri göndermesi ve anne-baba olamayacaklarını hissetmeleri ya da bundan korkmaları, bunu çok net olarak vermiyor film. Bu güncel bir tartışmayı hatırlatıyor. Anne olmak istemeyen kadınlar üzerinden yürüyen bir tartışma bu ya da anne olduktan sonra pişman olan. Bu tartışma her ne kadar “Nasıl çocuğunu sevmezsin, doğurmasaydın o zaman!” boyutuna çekilse de o iş öyle değil. Tartışılan esas nokta bir kadının anneliği sonradan da isteyemeyeceği gerçeği. Dünyada babası tarafından terk edilen belki de milyarlarca çocuk olabilir geçmişten günümüze; ama işin içine annenin terk etmesi girdiğinde iş başka boyut alır. Annenin kutsallaştırılması, atfedilen onca değer aynı anda çullanır kadın üzerine. Anne olduktan sonra bundan pişman olan kadınların paylaştıkları yazılar var. Burada kimse çocuğa duyulan nefretten ya da benzeri bir şeyden bahsetmezken onlara yönelmiş ciddi bir öfke var. Film, tam olarak bunu karşılıyor diyemeyiz. Ama anlaşılan o ki Ema, klasik bir anne modelinde değil, belli ki Polo’ya anne olmaktan korkuyor. Eşi kısır ve kendisine ait bir çocuk istiyor, bunu söylese de bocaladığı bir gerçek. Bunların hiçbirine netlik kazandırmıyor film. Polo’nun neden böyle bir şey yaptığıyla da ilgilenmiyor.
Yönetmenin can simidi
Filmin merkezinde dans, Ema’nın lav makinesiyle ve kadın arkadaşlarıyla yaptığı yangın çıkarma, neon ışıklar ve müzik var. Larrain, dans ve beden özgürlüğünü kadınların “kalıpları” yıkışına bir nevi omurga olarak çatması fikri güzel ama denenmemiş değil. Yani birçok bağımsız filmde görebileceğimiz şeylere sahip film. Öte yandan anlatım bakımından biraz karmaşık bir film. İlk etapta konunun tamamını ele vermemek için uzun bir uğraşı içerisine giriyor. Bu uğraşı ile kısa bir süreye sahip olsa da hissedilen zamanı daha da uzatıyor. Sebebi “sıkıcı” olmasından değil, filmin karmaşık ve dinamik anlatımından, akan ama uzayan hatta tekrarlanan şeyler çok fazla. Sonuç itibariyle Ema’nın bir plan kurup ataerkilliğin kurumlarını tahrip ederek ortaya başka bir form çıkardığını söylemek lazım. Ama bunu yaparken epey kırıp döküyor. Filmin karmaşık yapısının yorucu ve dağılan yanları olduğu kadar kendine bağlayan tarafları da var. Ama sonunda oturup her şeyi Ema üzerinden açıklamaya girmesi en kötü tarafı. Sanki yönetmen “Evet, biraz karmaşık anlattım belki Ema’ya anlattırırsam telafi ederim” der gibi. Kendi açısından güvenli olmayan sularda yüzdüğünü fark edip can simidini çıkarıyor adeta.