İnsanın bu dünyada gerçekleştirebileceği en büyük eylem vücudunu ölüme yatırmaktır. İlla açlık grevi olması gerekmiyor. Ölmeye göze alarak yapılan bütün eylemler aslında böyledir. Leyla Güven bunlardan “açlık grevini” tercih etti. Kendi iradesiyle Abdullah Öcalan üzerindeki “tecridin” kaldırılması talebiyle böyle büyük bir eyleme başladı ve bu eylemi 78 gündür sürdürüyor.
Hayatı, sonlu bir süre de olsa yaşanmaya değer bulanlardanım. Gençliğimde varoluşçuluğun etkili olduğu 60-70’li yıllarda, Albert Camus, Sartre, Nietzche ve Dostoyevski gibi yazarların popüler olduğu günlerde, hayatın “anlamsızlığı” üzerine çok düşünmüşlüğüm vardır. Vardığım nokta da şu olmuştu: Eğer hayat “anlamsızsa” yaşanmaya değer. Çünkü ancak o zaman insan, hayatı “dolu dolu” yaşayabilir. Çünkü ancak böyle bir birey özgür olabilir, soru sorabilir ve cevap bulmaya yönelebilir. Nietzche “Tanrının öldüğünü!” söyleyerek insanları böyle bir dünyaya davet etmişti. Dostoyevski ise “Tanrı yoksa her şey mubahtır!” diyerek bu dünyada öbür dünyanın hayalini kurarak yaşayan dindarlara meydan okumuştu. Dindarlar ise hala hayatın anlamını Tanrı’ya inanmaktan geçtiğini düşündüklerinden içi “boş” bir hayatı “anlamlı” bularak yaşamaya devam ediyorlar.
Leyla Güven’in hayatla ilgili ne düşündüğünü bilmiyorum. Ama böyle bir büyük eyleme girişmiş olması bence anlamsızlığına rağmen hayatı seçmiş bir insan olduğunu gösteriyor. Leyla Güven bize şöyle der gibidir: “Bu dünya yaşanmaya değer. Ama yaşamak özgür olmayı gerektiren bir eylemdir. Özgür değilseniz “anlamsız” bir dünyayı “boş boş” yaşarsınız, eğer özgürseniz “anlamsız” bir dünyayı “dolu dolu”. Ben bu “anlamsız” dünyayı “dolu dolu” yaşamanın yolu olarak özgürlüğü seçtim, özgürlüğü vazgeçilmez bir amaç olarak gördüm. Bu nedenle de halkların da özgür olabilmesi için, tecritin kalkması, barış ve özgürlük sürecinin yeniden başlaması için Öcalan’ın konuşabilmesinin sağlanması gerektiğine inandım. Benim bir birey olarak yapabileceğim katkı vücudumu ölüme yatırarak konuyu gündeme getirmektir, gerisi ise size kalmış”.
Gerçekten de, ne olduysa bilinmez, iktidar eliti, inanması zor olan gerekçelerle “çözüm sürecini” bitirdi. Oysa çözüm süreci, Öcalan’ın altını çizdiği ve ülkedeki bütün mağdurların taleplerinin içerildiği bir siyaset perspektifi olarak “Türkiyelileşme” çizgisinde bütün topluma bir “biz” olma şansı öneriyordu. Kemalistlerin bir türlü başaramadığı Osmanlı bakiyesi bir topluma “ortak bir kimlik” üretme böylelikle sağlanabilirdi. Ama olmadı. Dedim ya anlamakta zorlandığım nedenlerle AKP, kendi başlattığı ve önemli adımların atıldığı bu süreci bitirdi.
Şimdi bu süreci yeniden başlatma zamanı. Özgürlükten yana, çatışma ve kutuplaşma ikliminden yorulmuş toplumumuzun önüne yeni bir “çözüm süreci” konması gerekiyor. Leyla’nın başlattığı bu uyarıyı herkes böyle okumalı. O nedenle de hemen, derhal, her şey geç olmadan Abdullah Öcalan’a uygulanan haksız ve hukuksuz tecrit kaldırılmalıdır. Bu kadar farklı kimliklerin olduğu bir toplumda bir tek kimliğin milliyetçiliği bu toplumu düze çıkaramaz. Gelin kim olursanız olun, nereden geliyorsanız gelin, kime inanıyorsanız inanın bir olalım ve böyle bir çözüm sürecini seslendirelim. Sanırım ülkenin koşullarının böyle bir sese çok ihtiyacı var.
Çok geç olmadan…
*Bu yazı Leyla Güven’in tahliyesinden önce kaleme alınmıştır.