Şampiyon güreşçi Hamza Yerlikaya’nın, Cumhurbaşkanlığı talimatıyla Vakıfbank yönetim kuruluna atanması ülkede yeni bir liyakat-sadakat tartışmasının alevlenmesine yol açtı. Yaratılan tartışmanın gürültüsünde, hiç kimse aynı göreve daha önce atananların liyakatini sorgulama gereği duymadı. Mesele Yerlikaya’nın eğitimi, bankacılık ve finans sektörüyle alakası üzerinden değerlendirildi.
Oysa basit bir araştırma dahi, kamu bankalarının yönetim kurulları üyeliklerinin, yıllardan beri bir nevi arpalık olarak değerlendirildiğini gösterebilir. Nitekim basına yansıyan bilgilerden öğrendiğimiz kadarı ile söz konusu yönetim kurulunda sadece bir kişi bankacılık sektöründen gelmiş. Diğerleri iktidar partisinin geçen dönemlerdeki milletvekilleri ve bakanlarından oluşuyor.
Kamu bankalarında durum böyle iken, özel bankacılıkta da çok farklı değil. Orada da yönetim kurullarında genellikle emekliye ayrılan yüksek rütbeli askerlere rastlanır. Üstelik bu eğilim bugünle, mevcut iktidar ile de sınırlı değildir. Şüphesiz özel bankalar bu görevlendirmeyi yaparken, söz konusu yüksek rütbeli komutanların nüfuzlarından yararlanmayı, onların adının, isimlerinin önündeki rütbelerinin işleri kolaylaştırıcı etkisini hesaba katmışlardır.
Bu açıdan bakıldığında, liyakat tartışmasının salt Hamza Yerlikaya üzerinden yürütülmesi ahlaken ve vicdanen doğru değildir.
Öte yandan bu tartışma günümüz açısından son derece önemli. Yine basında yer alan haberlere göre, THY’de uçak başına iki müdür düşmekte. Dahası, bu müdürlerin büyük çoğunluğu da aynı okuldan, Kartal İmam Hatip Lisesi’nden geliyor. Sivil havacılık sektöründeki ilk deneyimleri de ulusal havacılık şirketinde müdürlükle başlıyor. Belli ki burada da sınıf arkadaşı dayanışması liyakatin önüne geçmiş. Benzer bir tablo TCDD yönetimi için de söz konusu. Orada da son yerel seçimlerdeki hezimetin ardından İBB’den ayrılmak zorunda kalan kadrolara yeni iş alanları yaratılmış.
Kadroların arpalık haline getirilmesi ciddi bir sorun. Ama daha ciddi ve olası sonuçları itibarıyla kaygı verici olan ise, bu makamlara getirilenlerin irade kullanmasıyla oluşuyor.
Yıllar önce Türkiye televizyonlarında ‘Emret bakanım’ adlı bir mizah dizisi yayınlanmıştı. Esas olarak Birleşik Krallık’ta devlet yönetimi işlerinin nasıl yürüdüğü hicvedilmekteydi. Yeni atanan bakan, bu görevde inisiyatif almaya kalktıkça, bakanlık müsteşarları tarafından hizaya çekilmekte, kâh uyarılarak, kâh tehditle, kâh da sabotajla istediklerini yapması engellenmekteydi. Esasen kurulu düzen müsteşarlar eliyle işliyor, bakana da onların önerileri doğrultusunda hazırlanmış evrakları imzalamak düşüyordu. Bu düzenle tıkır tıkır işleyen devlet bürokrasisi, bakanın her hangi bir konuda kendi doğrularını dayatmaya girişmesiyle içinden çıkılmaz krizlerle karşılaşıyordu.
Anılan dizide müsteşarlar perdenin gerisinde kalmaya, görünmeden, fark edilmeden işleri yürütmeye çaba gösteriyorlardı. Oysa günümüzde Türkiye Cumhuriyeti’nin bakanları daha da rahatlar. Hiçbir konuda yetki ve sorumluluk üstlenmeleri gerekmiyor. ‘Sayın Cumhurbaşkanımızın talimatıyla’ diyerek bir anlamda topu taca atıyorlar. Ancak THY veya TCDD gibi kurumlarda sorumluluk üstlenen liyakatsiz müdürler aynı imkâna sahip değiller. Tasarruf amacıyla ray kontrollerini savsakladıklarında, sinyalizasyon sistemini makinistlerin cep telefonuyla halletmeye çalıştıklarında yaşananlar çok vahim sonuçlar doğurabiliyor. Neyse ki bu durumda da ilgili bakanlıkların deneyimli müsteşarları, yandaş hukuk düzeninin savcıları, yargıçları tüm yeteneklerini ortaya koyarak işin faturasını birkaç makiniste veya işçi statüsündeki kontrol görevlisine keserek gerçek sorumluları kurtarıyorlar.
Cumhurbaşkanı ısrarla 2023 yılını işaret etse de bir erken veya baskın seçim olasılığının varlığı geniş bir çevre için ihtimal dâhilinde.
18 yıllık bir iktidarın değişimi halinde, belli ki çok fazla koltuk sallanacak, daha doğrusu devrilecek. Eğer bu yapılamazsa, iktidar değişikliğinin de bir anlamı olmayacaktır. Ama bunca yılın tortusu, hiç şüphe yok ki kendi başına bir sosyal sarsıntıyı da beraberinde getirecek. Salt belediye kadrolarına bağlanmış bankamatik memurlarının ayıklanmasını anımsayınca, meselenin nasıl bir toplumsal afet potansiyeli taşıdığı da görülebilir.
AKP iktidarının sürmesi sıkıntı sebebi iken, gitmesi de ayrı bir sıkıntı doğuracak gibi. Yine de gitmesi kalmasından iyidir, zira gitmesiyle oluşacak sıkıntı aşılabilir, ama kalmasıyla yakında bütün bir ülke ‘Nefes alamıyorum’ diye bağırmak zorunda kalacak.