Düşünce dünyasının yakın tarihinde büyük bir çığır açan, Nietzsche’nin aşk rüzgarına yelken açmayan, Rilke’nin çiçekli şiirlerine ilham olan ve Frued’un salon sohbetlerine yön veren Lou Salomé’dan bahsedeceğiz bu yazıda. Coğrafyamın onurlu kadınlarına atfen bahsetmek istiyorum Lou’dan.
Rojava’daki kadın mücadelesinin çağrıştırdığı bu lir edalı kadın, yaşadığı çağın eril tinine karşı tutarlı duruşu ve üretkenliği onu o çağın en radikal düşünürü olarak tarihe not etti. Ne Nietzsche’nin evlenme teklif ne de Freud’un bilgece boyun eğişi, salt onun kadınsı cemaliyle ilgili bir durum değildi, buna mukabil çağın ruhunu yeniden doğuracak bir kadın olduğunu bildikleri içindi. Freud’un en yakın arkadaş ve aile çevresine kadar kendisine koca bir meydan açan Lou, Berggasse’de küçük salonda bıraktığı etkiyle Freud’la olan dostluk ilişkisini bir kenara bırakarak psikanalizinde öncü kadınlarından biri oldu. Bu bağ o kadar güçlüydü ki, onu 49 yaşında tekrar Freud’un Viyana’sına geri getirdi. Ve yıllarca medeniyetin kültürel huzursuzluğunu aynı kentte birlikte hissettiler. İnsanlık ruhunu kabuğun altına indirmeyi başaran ve oradan ruhun bütün halleri üzerinde durmadan deneyler yapan o muzır mucidin yanı başında oldu yıllarca. Bu duruşun ruh bilincinin üzerinden bıraktığı etki o kadar büyüktü ki “O hepimiz üzerindeki üstünlüğünün istemsiz bir kanıtıdır” diyecek kadar etkilenmişti.
Bütün kaçışları nafileydi, yeri ruh dünyasının dehası, yeniçağın psikanalizinin mucidi ve dostu Freud’un yanıydı. O bağın esrarengiz rüzgarı Lou’yı tekrar Viyana’ya attı ama artık elinde Nietzsche ve Paul Rée’yin üzerinde sallanan kamçısı yoktu. Ama Viyana’daki evinin duvarında asılı duran o malum resimde hep ona eşlik etti. Resimde Friedrich ve Paul bir arabanın önüne atlar gibi diz çökmüşken Lou’nın elindeki kamçı üzerlerinde duruyordu. Bu salt bir anın kalıcılaşması değil, zaman ve mekanın bulunuşunu aşan kayıp bir bakışın simgesiydi belki de.
Resim Nietzsche’nin fikriydi ve Nietzsche’ye ait olan herhangi sıradan bir fikrin bile aşkın bir anlamı vardı. Ama Lou için bu anlam anın tat duyumundan başka bir şey değildi ve her şey o resim çekilmeden önceki anda kalmıştı. Anın tadı bulunmadan önceyse, Nietzsche’nin “kardeş beyin” dediği at terbiyecisi kadın, ikinci kez evlilik teklifini de alenen reddetmişti. Bu reddediliş Nietzsche’yi öldüren bir acıya dönüşmüştü. Aynı acıyı aylar öne Rée de aynı kamçının unutulmaz darbesiyle almıştı. Reddedilmenin ağırlığı altında yerle yeksan olan o kudretli iki adam çağın bütün eril dünyasının mecazi temsili olarak diz çökmüşlerdi bir kadının karşısında. Kendi gücünün farkında olan kadın, tarihe Lou olarak geçecekti.
Bu anlam karmaşası Lou’yu kısmi bir tedirginliğe sürüklemişti ve o bundan daha sonra hayatını gözden geçirmesine yol açan bir an olarak bahsedecekti. Oysa Nietzsche, o fotoğrafı üç arkadaşın arasındaki ilişkinin tan kızıllığı olarak görüyordu ve Lou’nın elindeki kamçı o zamanlar ona güç veren bir acıydı. Belki de o anın hatırına “ beni öldürmeyen acı, bana güç verir” demişti. Lou o kamçıyı hayatı boyunca ellinden bırakmadı ve dönemin önde gelen bütün erkeklerinin üzerinde salladı. Yaşamı ve mücadelesi boyunca, dönemin tarihsel sürecini domine eden birçok erkeğe, hayatın narin bir kelebeğin kanat ömrü kadar zarif olduğunu öğretti. Ama bazıları Tanrılar adına ellerine aldıkları süslü bıçakları bırakmaya hiçte niyetli değildi.
Onun için Lou, birçoğunun şişmiş egolarına ve kibire yenik düşmüş yüzlerine tarihin en sihirli aynasını tutarak, kadının elindeki aynayı yeni bir evreye taşıdı. Eğer bugün dünyanın birçok yerinde kadınlar yüce bilgelerin ışığıyla yol alabiliyorlarsa, Lou’nın yıldızlara bakan gözlerindeki pekliğin kıymeti bir hayli büyüktür.