• İletişim
  • Yazarlar
  • Gizlilik Politikası
9 Mayıs 2025 Cuma
Sonuç Yok
Tüm Sonuçları Görüntüle
ABONE OL!
GİRİŞ YAP
Yeni Yaşam Gazetesi
JIN
  • Anasayfa
  • Gündem
    • Güncel
    • Yaşam
    • Söyleşi
    • Forum
    • Politika
  • Günün Manşeti
    • Karikatür
  • Kadın
  • Dünya
    • Ortadoğu
  • Kültür
  • Ekoloji
  • Emek
  • Yazarlar
  • Panorama
    • Panorama 2024
    • Panorama 2023
    • Panorama 2022
  • Tümü
  • Anasayfa
  • Gündem
    • Güncel
    • Yaşam
    • Söyleşi
    • Forum
    • Politika
  • Günün Manşeti
    • Karikatür
  • Kadın
  • Dünya
    • Ortadoğu
  • Kültür
  • Ekoloji
  • Emek
  • Yazarlar
  • Panorama
    • Panorama 2024
    • Panorama 2023
    • Panorama 2022
  • Tümü
Sonuç Yok
Tüm Sonuçları Görüntüle
Yeni Yaşam Gazetesi
Sonuç Yok
Tüm Sonuçları Görüntüle
Ana Sayfa Gündem Güncel

M. Sait Yıldırım: Çağrı bizim için yaşamsal bir ihtiyaç

9 Mayıs 2025 Cuma - 00:00
Kategori: Güncel, Manşet, Söyleşi
M. Sait Yıldırım: Çağrı bizim için yaşamsal bir ihtiyaç

Kürt sorununun demokratik çözümünün mevcut paradigmamızın temel ayaklarından biri olduğunu unutmamak gerekiyor. Dolayısıyla çağrının bizim açımızdan da son derece önemli ve yaşamsal bir ihtiyaç olduğunu anlamak o kadar da zor değildir

Mahsum Sağlam

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın “Barış ve Demokratik Toplum” çağrısını onu en yakından tanıyan ve yıllardır takip eden ve 30 yılı aşkındır cezaevinde olan Mehmet Sait Yıldırım’la söyleşimizin ikinci bölünde tarihi Kürt-Türk ilişkisini, çağrının her iki taraf için gerekli değişimini, Silah bırakma ve fesih konusunu Dağkapı Meydanı’nda halkın çağrıyı nasıl karşıladığını konuştuk.

M. Sait Yıldırım
  • Çağrı’nın önemli bir vurgusu da Kürt-Türk ilişkileri vurgusuydu Abdullah Öcalan birçok defa buna vurgu yaptığı biliniyor. Bu tarihsel diyalektiği nasıl yorumluyorsunuz?

Kürt-Türk ittifakının tarihsel diyalektiğini ve bunun her iki halkın varlığı açısından önemini en kapsamlı ve derinlikli boyutta ortaya koyan son bin yıllık tarihinin en kritik üç aşamasında Alparslan, Yavuz Selim ve Mustafa Kemal’in bu ittifak sayesinde çıkış yaptığına dikkat çeken de Önder Apo’dur. Hiç kimse tarihsel gerçekliği ilelebet görmezden gelemez. Çünkü tarih sadece geçmiş değil canlıdır ve yeri geldiğinde en inkârcı yaklaşana bile kendini kabul ettirir. Nitekim tehlikeyi Devlet Bahçeli’nin fark etmesi ve sürece ön ayak olması bu bağlamda anlaşılır ve anlamlıdır. Erdoğan’ın da bunu iktidarını koruma hassasiyetinden kaynaklı tereddütlerle birlikte benimseyip sahiplenmesi üzerine Önderlik de bunun bir barış ve çözüm fırsatına dönüştürebilmesini değerlendirerek 28 Aralık 2024’de tarihli görüşmede bu paradigmaya pozitif anlamda gerekli katkı yapacağını beyan etmiştir.

Yeri gelmişken şu sıralarda yaşanan tarihin bir anlamlı mesajı veya ironisi denebilecek bir gelişmeyi de dikkat çekici bulduğumu belirtmeden geçemeyeceğim. Tam da bu günlerde Türki Devletleri’nin hep birlikte Güney Kıbrıs’ı resmen tanıyıp elçilik açması, “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” hamasetiyle siyaset yaptığını sanan ırkçı ve ulusalcı milliyetçilerin bir kesimini pek şaşırtmış, öfkelendirmiş gibi görünüyor. Diyorum ki Malazgirt’te Alparslan’ın ordusunun neredeyse yarısını Kürtlerden oluştuğu genelde biliniyor. Yazılıp çiziliyor da. Ancak o kadar bilinmeyen bilinse de hiç dillendirilmek istenmeyen bir husus daha var. Malazgirt Savaşı’nda Romen Diyojen’in ordusunda yer alıp Alparslan’a karşı savaşan Türk boylarından devşirilmiş binlerce asker olduğunu duysa bu hamaset erbabı ne der acaba?

  • Kürt açısından bakarsak çağrının gerekliliği ve önemi nasıl okunmalı?

Meseleyi bizim açımızdan baktığımızda da barış ve çözüm ihtiyacının gerekliliğini anlamak zor değil. Bir kere TC tarihinin en uzun süreli isyanı olması bir yana dünya ölçeğinde de neredeyse yarım yüzyıla yayılmış benzersiz bir örnek durumunda dünyadaki benzer çatışma çözüm örneklerine bakıldığında da bu uzunlukta bir benzeri yoktur. Bu bile çözümün gereği ve aciliyetini anlamak için yeterlidir. Devletin inkârcı politikaları kırılıp Kürt varlığı ve kimliğinin yaklaşık on yıllık gerilla savaşı sonucu kabul ettirildiği 1990’lı yılların başından beri önderliğin her fırsatta barış ve çözüm için asıl çaba sergilediği biliniyor. 1992-93 yıllarına gelindiğinde hem askeri hem siyasi boyutta yani gerilla mücadelesinin nicel ve nitel anlamda ulaştığı seviye serhildanlar dalgasının yükselişi sonucu bir denge durumu yaşandığını yukarıda belirtmiştik. Tarihin bu kritik sürecinde dengeyi lehte zorlayıp devrimsel bir çözüme ulaşmanın koşulları da vardı. Devletle bir barış sağlayarak çözüme ulaşmanın koşulları da vardı. Önderliğin her iki yoldan da bir çözüm yaratabilmek için gece gündüz demeden nasıl olağanüstü çabalar sergilediğini dönemin bir canlı tanığı olarak çok iyi biliyorum. 1993 baharındaki ateşkes sürecinde dönemin Cumhurbaşkanı Özal ve çevresindeki asker sivil bürokrasisinden bir kesimin olumlu yaklaşımları barışçıl çözüm imkânı yaratmıştır. Önderlik bunu değerlendirmek için tereddüt etmedi. Ancak bu süreç hatırlanacağı üzere Özal Eşref Bitlis suikastları ve devlet içindeki çözüm karşı ekibin bile bile ölüme gönderdiği 33 asker provokasyonu gibi girişimlerle sabote edildi. Devrimsel çözüm seçeneği ve olanakları da taktik önderlik boyutunda rol ve misyonun yerine getirilememesi sonucu akamete uğramış oldu.

Oluşan bu pata durumunun her iki taraf açısından da aşılamaması ilaveten doksanlarda reel sosyalizmin çözülüşüyle birlikte değişen dünya koşulları ve bundan kaynaklı ideolojik politik sorunların da eklenmesi 1994 ve sonrası süreçte bir kendini tekrar ve kısır döngü durumu yarattı. Savaş her iki taraf açısından da çok ağır ve yıpratıcı bir hal aldı. O günden bugüne her iki toplum açısından da yaşanan sonuçların ağırlığını anlamak için Çiller-Güreş dönemi uygulamaları ile 2015 sonrası yaşananları hatırlamak yeterlidir.

Uluslararası komplo sürecine kadarki dönemde de sonrasında da Önderliğin ve partinin barış ve çözüm için attığı adımlar ve girişimler biliniyor. Dolayısıyla günümüzde de küçük de olsa bir fırsat doğmuşsa elbette ki bunu elinin tersiyle itmek yerine olumlu yanından tutup imkânları büyüterek barışla sonuçlandırmaya çalışmak en doğru ve her iki halka karşı en sorunlu yaklaşımdır. Tarihi sorunları küçük hesaplara kurban etmek gaflet olur. Öte yandan Kürt sorununun demokratik çözümünün mevcut paradigmamızın temel ayaklarından biri olduğunu unutmamak gerekiyor. Dolayısıyla çağrının bizim açımızdan da son derece önemli ve yaşamsal bir ihtiyaç olduğunu anlamak o kadar da zor değildir.

  • Çağrıda dikkatinizi çeken hususlar neydi. Çağrıda geçen ‘Anlam yoksunluğu’ kavramı PKK’nin ilk günden günümüze dönüşümünü nasıl görüyorsunuz?

Bana göre çağrıda dikkat çeken ve anlaşılması gereken en önemlisi önderliğin değişim-dönüşüm olgusunu nasıl ele aldığı ve bu konudaki yaklaşımın özünü doğru anlama ve kavrama sorunudur. Çıkışında reel sosyalizmin teorik programatik esasları temelinde yol alan PKK’nin neden günümüzde anlam yoksunluğu yaşadığını doğru anlamadan çağrıyı anlamak da gereğini pratikte yerine getirmek de mümkün olmaz. Özellikle sözüm ona sol-sosyalist kimi çevrelerin sosyalizm değerlerini savunma adına bu konudaki dar, dogmatik ve sığ yaklaşımları değişim olgusunun doğru anlaşılması meselesini daha da önemli kılmaktadır. Marksizm-Leninizmin 19. yüzyıl ile 20. yüzyılın başlarındaki dünya koşullarında geliştirdiği tahlil ve tezleri dogma haline getirip keskin ideolojik sloganlarla tekrarlamayı sosyalizm değerlerini savunuculuğu sananların, üstelik bunu yaparken siyaset alanındaki sefaletlerine bakmaksızın ahkâm kesenlerin Karl Marx’a ait “ben Marksist değilim” sözü üzerine biraz kafa yormalarına yarar olacağı kanısındayım. Ayrıca 1840’lardaki Marx ile 1970-80’lerdeki Marks’ın birçok konuda yaklaşımlarındaki farkları görüp bunu bir de 19. yüzyıl dünyasının değişim hızıyla bugünkü dünyanın baş döndürücü hızını karşılaştırarak anlamlandırabilseler Marksizm’in özünün gerçek temsilinin günümüzde Önder Apo’nun şahsında somutlaştığını da göreceklerdir.

Bu bağlamda öncelikle Önderliğin değişim-dönüşüm olayına bakışının da bu konudaki çaba ve girişimlerinin de yeni değil köklü ve yaratıcı olduğunu bilmek lazım. İmralı’daki buluşmamızın ilk sohbetinde ben Ankara-Kurtuluş’taki evden söz edince Önderlik sömürgecilik konusundaki ilk kapsamlı değerlendirilmesini o evde yaptığını ve Hayri arkadaş tarafından yazıya geçirildiğini belirtmiş ve “acaba Serxwebûn’un arşivinde o broşür var mıdır” diye sormuş ve “o değerlendirmeyi şimdi okumak ve nereden nereye geldiğimizi o günden bugüne nasıl bir değişim ve gelişme yaşadığımızı anlamak istiyorum” demişti. Parti ve mücadele tarihinin çeşitli evrelerinde bu konuda süreklilik arz eden bir arayışı hep var olmuştur. Reel sosyalizmin çözülüşü sonrası özellikle beşinci kongre sürecinde sonradan yetersiz gördüğü müdahaleleri biliniyor. Esas kapsamlı ve derinlikli bir çözüm süreci ise İmralı döneminde 2000’li yılların başındaki paradigma değişikliğiyle gerçekleşti. Kapitalist moderniteye alternatif demokratik modernite seçeneği bunun somut ifadesi olan “Demokratik, ekolojik, kadın, özgürlükçü toplum” paradigması ve bu çerçevede “Kürt sorununun demokratik çözümü” stratejisi bu dönüşüm sürecinin temel parametreleri oldu.

  • Çağrının önemli bir vurgusu da PKK feshi konusuydu. Bu değişim- dönüşümü başarma koşullarını nasıl görüyorsunuz?

PKK’nin kendini feshetme meselesi ve buna bağlı olarak silahlı mücadeleyi sonlandırma konusu da daha o dönemde bu yeni paradigma çerçevesinde gündeme gelmişti. İnkâr politikalarını parçalayarak varlık ve kimlik sorununu çözmekle tarihsel rolünü başarıyla tamamlayan PKK’nin yerini yeni ve dönemin koşullarına uygun bir yapılanmaya bırakması yönündeki somut adım da o dönemde atılmıştı. O dönemdeki KADEK ve sonrasında KCK yapılanması da bu çerçevede gündeme gelmişti. Ancak öncü kadronun yeni paradigma anlama ve pratiğe geçirme konusunda rolünü oynayamaması ve aynı dönemde boy veren içteki tasfiyeci-çete eğiliminin bozguncu pratiklerinin de olumsuz etkisiyle planlanan değişim o zaman hayata geçirilemedi. Hatırlanacağı üzere 2013-15 çözüm süreci döneminde de bu adım atma olanağı denenmiş, önderlik yine silahlı mücadeleyi sonlandıracak kongre çağrısı yapmış ve süreç belli bir noktaya da getirilmişti.

Ama bilindiği gibi iktidar kaygısı ve hesaplarına kurban edilen o süreçte sonuçsuz kalmıştı. Aradan geçen 10 yıl hem kadro yapısının yeni paradigmayı daha iyi anlayan, uygulayan bir nitelik kazanmış olması hem de halkımızın demokratik toplum olma bilinci ve pratiğinin daha ileri bir noktada olması ve her şeye rağmen siyasal mücadele alanında daha ileri tecrübe ve olanakların söz konusu olması nedeniyle bu değişim dönüşümü başarma koşullarını daha da olgunlaştırmıştır. Bu nedenledir ki Önderlik bu adımı “kendi öz düşünce ve iradesiyle ve kendine güvenle atılan tarihi bir adım” olarak tanımlamaktadır.

  • Abdullah Öcalan’ı yıllardır okuyan biri olarak demokratik ulus ile neyi anlatmak istiyor, bu fikriyat nasıl bir çözüm sunuyor, yaşamsallaşma gerçekliği nedir, Ortadoğu ve Türkiye özelinde nasıl değerlendiriyorsunuz?

Önder Apo’nun ciltler dolusu tarihsel toplumsal tez ve analizlerle izaha kavuşturduğu Demokratik Ulus konusunu böyle bir soru kapsamında layıkıyla anlatabilmenin olanaksız olduğunu takdir edersiniz. Bu hatırlatmayla birlikte soruya dair kısaca şunları söyleyebilirim; Goethe’nin çokça bilinen şöyle bir sözü var: “3 bin yıllık tarihini bilmeyen günü birlik yaşıyor demektir” diyor. Bizim buna en az bir hatta iki sıfır daha eklememiz gerekir diye düşünüyorum. Yani otuz bin hatta üç yüz bin yıllık toplumsal tarihi doğru anlamadan devlet ve ulus-devlet olgusunu anlamak da günümüzün ağırlaşmış toplumsal sorunlarına çözüm üretebilmek de insanlığın geleceğine dair sağlıklı bir rota belirleyebilmek de mümkün değildir.

Çünkü Napolyon’u şahsını ulus-devlet tanrı yerine koyan Hegel’den tutalım, Marks’a ve reel sosyalist teori ve pratiklere kadar liberalizmin ideolojik hegemonyasının kalıplarını ve pozitivist olguculuğunun dogmatik şablonlarını aşamayan tüm kişi ve akımlar toplumun devlet olmadan da var olabileceğini hafızalarına sığdıramamışlar. Kendini muhafazakâr, liberal, sosyalist gibi farklı adlarla tanımlasalar da hepsi de toplumu ille devletle ele alıp tanımlamada ortaklaşmış dolayısıyla liberalizmin sağ ya da sol versiyonu olmanın ötesine geçememişlerdir. Farkları sadece devletin biçimine ilişkindir. Bunun temel nedeni toplumsal tahlillerin 5 bin yıllık kentli, sınıflı, devletli uygarlık tarihiyle sınırlı olmasıdır. Hâlbuki ilk toplumsal birim olarak kabul edilen klandan günümüze yüz binlerce değil asgari iki milyon yıllık bir toplumsal tarih gerçekliği vardır. Ve devletli-sınıflı uygarlık bu uzun tarihin ancak sadece yüzde birimi teşkil ediyor. Buna rağmen Kapitalist Modernitenin ideolojisi liberalizm, ulus-devleti putlaştırıp sistemin üç temel dayanağından biri yaparken zihinler üzerinde de öyle bir hegemonik tekel kurdu ki devletsiz toplum olabileceği kolay kolay tahayyül edilemez oldu. Fakat tüm devasa maddi-teknolojik imkânlarına rağmen ulus-devlet sistemiyle birlikte toplumu da bulunalım ve kriz girdabına sürüklemekten kurtulamadı.

Son 100-150 yıldan beri eğer halen yaşayabiliyorsa bu, gerçek bir alternatifin yaratılmamış olmasından ve alternatif iddiasıyla ortaya çıkan reel sosyalizmin de önüne ömrünü uzatan bir versiyonu olmaktan kurtulamamasındandır. İşte Önderlik toplumsal tarih analizini insanın ilk kökenlerine kadar derinleştirerek toplumsal hakikati “ahlaki ve politik toplumda” temsil edildiğini gerçek anlamda demokrasi ve özgürlüğün de burada yaşandığını kentli, sınıflı, devletli uygarlığın ise Marksistlerin de iddia ettiği gibi bir zorunluluk ve ilerleme değil tam tersine toplumsal hakikate bir darbe, doğal-anacıl toplumdan bir sapma anlamına geldiğini gözler önüne sermiş oldu. Toplumsal tarihin hakikatine ulaşan bu analize dayalı olarak devletçi uygarlığa karşı demokratik uygarlık kapitalist moderniteye karşı demokratik modernite alternatifini formülleştirdi ve insanların hizmetine sundu. Ve bu bağlamda kapitalist modernitenin günümüze artık iflas etmiş bulunan ulus-devlet seçeneğine alternatif olarak da demokratik ulus seçeneğinin çağımızın toplumuna en uygun model ve ulus-devlet faşizminin tahribatı ve krizine de bir panzehir olacak tarzda geliştirdi. Demokratik Ulus modelinin yaşamsallaşması açısından Ortadoğu coğrafyası tarihsel toplumsal özellikleri nedeniyle en elverişli bölgelerin başına gelmektedir. Bilindiği gibi iki yüz yıllık her türlü uğraşısına rağmen kapitalist modernitenin kendi sistemini içselleştiremediği neredeyse tek coğrafya Ortadoğu’dur.

Yine çok renkli, çok kültürlü, çok etnisiteli ve çok inançlı toplumsal özellikleri ve taşıdığı güçlü doğal toplum genleri nedeniyle ulus-devletin tekçi faşist deli gömleği bu coğrafya toplumlarına bir türlü giydirilemedi. Giydirilemiyor. Günümüzde yaşanmakta olan Gazze soykırımı, ulus-devlet faşizminin en somut ve en son örneğidir. Zaten kapitalist modernite krizinin en derinden yaşandığı coğrafyanın Ortadoğu olması bu özelliklerinden kaynaklanıyor. Tarihsel diyalektik, krizin en derin olduğu yerden çözüm çıkar diyor. O nedenle Demokratik Ulus modelinin de bu coğrafyada yaşamsallaşma olanağı en yüksektir. Sorun bunun pratik çabasını sergileyecek güçlü bir örgütlenmeyi yaratabilmek. Bunun kadro ve öncülüğünün hakkını vermektir. Son olarak barış ve demokratik toplum çağrısıyla bağlantılı bir noktayı da belirtmek istiyorum. Önderlik 15, 16 yıl önce kaleme aldığı savunmalarında böyle bir tespitte bulunmuştu: “Kapitalist modernite sistemi en zayıf dönemini yaşıyor. Eğer demokratik uygarlık cephesi hala istediği gerekli ve hak edilmiş olan kazanımları elde edemiyorsa bunun temel nedeni halen esas alınması gereken paradigmatik devrimini tam yapamamasıdır.” Bugün itibariyle diyebiliriz ki paradigmatik devrim önderliğin, “demokratik ekolojik, kadın özgürlükçü toplum paradigmasında” ve bunun günceldeki politik formülasyonu olarak demokratik ulus seçeneğinde ifadesine kavuşmuştur. 27 Şubat çağrısı gereği misyonu tamamlayan PKK’nin yerine kurulacak yeni örgütsel yapılanma ile program ve eylem gücüne de erişerek pratikleşme ve hedefe ulaşma anlamında tarihi bir atılım sürecine girmiş olacaktır.

  • Silah bırakma ve fesih konuları çokça gündem olan konular bu konuda neler söylenebilir 50 yıllık mücadele ve Ortadoğu gerçekliği düşünüldüğünde bu hangi koşullarda olabilir Kürtler için mümkün mü?

Bir önceki soruyla bağlantılı devam edersek, demokratik ulus bir anlamıyla da zıtların birliği kabilinde devlet ve demokrasinin uzlaşmasını ifade eder. Devlet, doğası genel baskıcıdır, toplum ise kendi örgütsel gücüyle bu baskıya karşı durmak, onu geriletmek ve alanını daraltmak, kendi özgürlük alanını genişletme eğilimde olacaktır. Yani demokratik toplumun bir işlevi ve devleti dönüştürme ve demokrasiye duyarlı hale getirmedir. Toplumun kendi örgütlenmesine olan alan açmakla devleti dönüştürme çabası at başı yürüyecek bir işlevdir. Silah bırakma ve fesih konusunun halk nezdinde kaygılara sebep olması ve kafalarda soru işareti yaratması elbette ki anlaşılırdır. Eğer öncü ve kadrolar olarak paradigmayı kavrayıp özümsemişsek, uygulama ve pratikleştirmede kendimize güvenimiz tamsa bunu pekâlâ halkımıza da anlatıp kaygıları gidermek zor olmayacaktır. Şunu anlamak önemli; Demokratik toplum baştan aşağıya örgütlü toplum demektir. Sosyal yaşamdan siyasete, ekonomiden, kültüre, hukuktan, diplomasiye ve öz savunma boyutuna kadar hayatın her alanında kendini örgütleyen ve yöneten toplum demektir. Bizim üçüncü dönem partileşmemizin esası ve temel stratejisi de bu değil miydi zaten? PKK ve onun silahlı mücadelesi birinci ve ikinci partileşme dönemlerinde inkârı kırıp direnen bir halk gerçekliği yaratmakla yani dirilişi başarmakla kendi rolünü oynamış, tamamlamış ve bu anlamda halk tarihimizde onurlu yerini almıştır. KCK süreciyle birlikte girilen dönemin ana hedefi her alanda kendi kendini yöneten demokratik toplum gerçeğine ulaşmaktır.

Şimdiye kadar bu hedefe ne kadar ulaşabildiği nedenleriyle elbette ki tartışılabilir. Eleştirel temelde tartışılmalıdır da. Anlaşılması gereken husus böylesine bir örgütlü toplum gerçekliğine ulaşıldığında ve savunma sorunu silaha gerek olmadan da çözülür, kaygıya da fazla mahal bırakmaz. Çünkü örgütlü toplum kabul edilemez dayatmalar söz konusu olduğunda bunu yeri geldiğinde isyanıyla boğar. Burada farklı bir açıdan bakarak bir gerçekliğe daha işaret etmekte yarar var. Biliniyor, Türkiye’de öteden beri demokrasi karşıtı faşist otoriter kesimler hangi alanda olursa olsun atılmak istenen en sıradan demokratikleşme adımına şiddetle karşı çıkarken “beka meselesi” diyerek öne sürdükleri yegane argüman PKK ve silahlı mücadele konusudur. MGK başta olmak üzere asker-sivil tüm güvenlik kurumlarının son 40-50 yıllık toplantı arşivlerine bakabilme olanağı olsa görülecektir ki gündemin baş maddesinde PKK’nin yer almadığı bir toplantı yoktur ya da çok istisnadır.

Dolayısıyla silah bırakma ve fesih kararıyla aslında Türkiye’de demokratikleşme önünde ciddi engel teşkil eder. Bu güçlerin elindeki argüman alınmış olacak, deyim yerinde ise onlar silahsızlandırılmış olacak ve böylelikle devleti dönüştürmek ve demokrasinin alanını geliştirmek anlamında daha elverişli bir zemin yaratılmış olacaktır. PKK’nin kendini feshetmesi ve silah bırakma meselesinde haklı olarak kaygı duyan bu mücadeleye emek ve gönül vermiş herkese söyleyebileceğim en önemli şey şudur: Unutmamalıyız ki özgürlük mücadelesinde, ideoloji, politika, örgüt ve kurumlar son tahlilde amaca ulaşmaktaki araçtırlar. Bu anlamıyla PKK de nihayetinde bir araçtır. Gerektiği kadar amaca hizmet eder. İşlevini tamamladıktan sonra tarihteki onurlu yerini alarak yerini dönemin realitesine uygun başka yapılanmalara bırakır. Burada esas önemli olan asla değişmeyecek ve değişmemesi gereken PKK’nin mayasında ve özünde var olan Apocu ruhtur. Bizim için vazgeçilmez olan budur. Önderliğin çeşitli vesilelerle Kemal Pir ve Beritan ruhu diye hep hatırlattığı bu özellik, bu öz ve maya hep yaşayacak ve her dönemde rolünü oynayacaktır.

  • Dağkapı meydanından halk buruk ayrılsa da Newroz ve 4 Nisanda çağrıyı desteklediğini alanları doldurarak gösterdi. Bu konuda halkın duygusunu ve oluşan kaygıları açar mısınız?

Doğrusunu söylemek gerekirse Amed Meydanı’nda çağrıyı dinlemeye gelen halkın o sessiz, hüzünlü, buruk ve mağrur tavrıyla alandan ayrıldığını TV’de izlediğimizde bizde de bir yürek burukluğu yaratmadı değil. Tabii ki halkımızın bu tavrı ve kaygısı son derece anlaşılır. Kürt halkı ile PKK arasındaki bağ, saf ideolojik-politik bir bağlılığın çok ötesindedir. Yarım yüzyıla varan amansız direniş tarihi PKK ile Kürt halkı arasında dışarıdan bakan birinin kolay kolay anlayamayacağı derin bir gönül bağı ve duygu yaratmıştır. Öncelikle bunu görmek ve anlamak gerekir diye düşünüyorum. Kaygının diğer bir nedeni de süreci yeterince anlamamaktan kaynaklı beklenti olduğu söylenebilir. Yani neyin karşısında bu adım atılıyor ve benzeri sorulara kafasında doyurucu bir cevap bulamamaktan kaynaklı bir kaygılı ve temkinli yaklaşımdır söz konusu olan. Bunun da anlaşılmayacak, yadırganacak bir yanı yoktur.

Ortada bir eksiklik eleştirilecek durum varsa ki vardır kanımca bundan halkımız değil, kadro ve çalışanlarımız sorumludur. Önderlik 23 Ekim günü Ömer ile ilk görüştüğünde “sizler Bahçeli kadar bile çözüme hazır değilsiniz” demişti. İşte bu çözüm doğruluğunun aynasıydı. Yani kendisi hazır olmayan, yeterince anlamayan kadro halka nasıl kavratabilecek, öncülük misyonunu nasıl yerine getirecek?

Sonrasında 8 Mart Newroz ile 4 Nisan’daki katılım ve coşkunun başta gelen nedeni de Önder Apo’ya duyulan büyük ve sarsılmaz güvendir. Halkımız ilk duygusal burukluğunu üstünden attıktan sonra yeterince anlamamış da olsa, “Önderlik diyorsa mutlaka bildiği vardır ve doğrudur” diyerek yine meydanlara coşkuyla akmıştır. Ayrıca bunda partinin yaptığı açıklama ve çağrıların yine saha çalışanı arkadaşların birçok merkezde peş peşe yaptıkları toplantıya benzer çabalarında payı olmuştur.

Mehmet Sait Yıldırım: Çağrıyı özgürlükle taçlandıralım

PaylaşTweetGönderPaylaşGönder
Önceki Haber

27 Şubat çağrısı ve Ortadoğu’nun geleceği

Sonraki Haber

Araç fetişizmini aşmak

Sonraki Haber
İslam’ın şartı gerçekten kaçtır?

Araç fetişizmini aşmak

SON HABERLER

Seçenek biziz

 Arkadaşlık taklit edilemez

Yazar: Yeni Yaşam
9 Mayıs 2025

Sırrı Süreyya Önder ve sanat-mizah-barış

Sırrı Süreyya Önder ve sanat-mizah-barış

Yazar: Yeni Yaşam
9 Mayıs 2025

Yaşam yazı turayı onaylamaz

Özgürlük yolculuğunda Barış’ın durağında

Yazar: Yeni Yaşam
9 Mayıs 2025

İslam’ın şartı gerçekten kaçtır?

Araç fetişizmini aşmak

Yazar: Yeni Yaşam
9 Mayıs 2025

M. Sait Yıldırım: Çağrı bizim için yaşamsal bir ihtiyaç

M. Sait Yıldırım: Çağrı bizim için yaşamsal bir ihtiyaç

Yazar: Yeni Yaşam
9 Mayıs 2025

Neler oluyor?

27 Şubat çağrısı ve Ortadoğu’nun geleceği

Yazar: Yeni Yaşam
9 Mayıs 2025

SOHR: Silahlı gruplar Şam’da yurttaşların evlerine el koydu

SOHR: Silahlı gruplar Şam’da yurttaşların evlerine el koydu

Yazar: Yeni Yaşam
8 Mayıs 2025

  • İletişim
  • Yazarlar
  • Gizlilik Politikası
yeniyasamgazetesi@gmail.com

© 2022 Yeni Yaşam Gazetesi - Tüm Hakları Saklıdır

Welcome Back!

Login to your account below

Forgotten Password?

Retrieve your password

Please enter your username or email address to reset your password.

Log In

Add New Playlist

E-gazete aboneliği için tıklayınız.

Sonuç Yok
Tüm Sonuçları Görüntüle
  • Tümü
  • Güncel
  • Yaşam
  • Söyleşi
  • Forum
  • Politika
  • Kadın
  • Dünya
  • Ortadoğu
  • Kültür
  • Emek-Ekonomi
  • Ekoloji
  • Emek-Ekonomi
  • Yazarlar
  • Editörün Seçtikleri
  • Panorama
    • Panorama 2024
    • Panorama 2023
    • Panorama 2022
  • Karikatür
  • Günün Manşeti

© 2022 Yeni Yaşam Gazetesi - Tüm Hakları Saklıdır