Dökülen her damla yaşımız elbette kıymetlidir. Hatırlamak, yürümek, acıyı yazmak ve haykırmak değerlidir. Lakin ne acıyı bitiriyor ne de bir sonuca götürüyor. O hâlde, acının izinde örgütlenmek; acının temsili sözcülüğünü yapmak gerekir
Ergin Doğru
Madımak’ın üzerinden yıllar geçiyor ama acısı küllense de bitmiyor. Çekilen acı, ancak hesabı sorulursa bir nebze diner; fakat acıyı yaşayan için, o acı kapanmaz bir yara olarak devam eder. Bu ülke, acılar ülkesidir. Toplumsal bellekten sıkça silinse de hafıza, bazen yaşanılan acıları her daim hatırlar. Yaşanan kara günler çoğaldıkça, egemenler tarafından üzeri örtülür. Kimse hakikatin izinde yürüyerek gerçeğin gerçek sahiplenicisi olamaz. Hakikatten uzaklaştırılıp acı, zamanın diliyle kanun jargonlarıyla izah edilmedikçe yaralar kapanmaz.
İyileşemeyen sadece acıyı çekenin yüreği değil, toplumun vicdanıdır. O yüzden de gerçek kardeşleşme, toplumsal barış sağlanamıyor. Toplum kutuplaştırılarak, çatıştırılarak yönetiliyor. Siyasetin kolaycılığı ve pragmatizmi, kanayan yaralarımızı, acılarımızı dindirmek yerine ya çarpıtıyor ya da görmezden geliyor. Acılarımız üzerinden siyaset yapan vicdan fukaraları bir yana, katliamla ve kırımla yüzleşmek, yürek sızılarını dindirmek; sadece yıl dönümlerinde yürüyüp, hatırlayınca iki damla gözyaşı dökmekle mümkün mü?
Dökülen her damla yaşımız elbette kıymetlidir. Hatırlamak, yürümek, acıyı yazmak ve haykırmak değerlidir. Lakin ne acıyı bitiriyor ne de bir sonuca götürüyor. O hâlde, acının izinde örgütlenmek; acının temsili sözcülüğünü yapmak gerekir. Bu da acıyı üretmek, çektirmek ya da intikam almak değil; acıyı doğuran zihniyeti değiştirmekle mümkündür.
Madımak’ın yıl dönümünde, acımızı yeniden hatırlayıp yanan canlarımızı anacağız. Sokaklarda yürüyüp belki acının mekânında çiçekler bırakacak, ağıtlar yakacağız. Ve sonra, ertesi yıla kadar yine unutacağız… Peki, kendini tekrar eden bu yöntem acımızı dindiriyor mu ya da acıyı üreten koşulları ortadan kaldırıyor mu? Tereddütsüz “Hayır” diyebiliriz.
Düşünün: “Yaşasın cehennem ateşi” sloganları eşliğinde, kindar haykırışlarla yürüyen zebaniler hedeflerine vardılar. Bugün “kindar ve dindar nesil” yetiştirmeyi daha büyük bir şevkle, daha pervasız sürdürüyorlar. “Çok şükür, otel dışındaki vatandaşlarımızın burnu kanamadı” diyen ucubeliğin ardılları, yine hesap peşindeler. Bize dün Madımak acısını yaşatanların bugünkü ardılları, bugün de varlıklarını değişmeden sürdürüyorlar. Tek fark, bugün sıfatlarına birer ek yapmaları: Kimi laikliğin, kimi demokrasinin, kimi özgürlüğün “lideri” yaftasıyla dolaşıyor; kimi “reis”, kimi “abla” olmuş, kimi de hâlâ “kurt başı” olmayı sürdürüyor.
Dünün zebanilerini, bugün bize “melek” gösterenlere ne demeli? Acının gerçek sahipleri olarak, en büyük günahımız değil mi her zaman bizden görünüp kırımları yumuşatan, hedefi şaşırtan, sonra da unutturan sözde ilerici, laik, demokratlarla hiç yüzleşmememiz?
Madımak ateşi büyürken “Dayanın” diyenlerin, sonra çıkıp pişkince “Gücümüz yetmedi” demesi, bu günahlardan kolayca sıyrılmalarına yeter mi? Tıpkı Dersim’de, Maraş’ta olduğu gibi…
Bugün acının temsilciliğine soyunanlarla hesaplaşmadan, acıyı yaşatanlardan hesap sorulabilir mi? Madımak’ın önünde nutuk atarken, üç oy uğruna Madımak zebanilerinin temsilcisini “comandante” diye yutturmaya çalışanları görmezden gelerek, faili belli diyarların “Asena”sını demokrasi adına sırtında taşıyanların vebali ne olacak?
Hiç mi sormayacağız: “O gün neredeydiniz?” Sekiz saatte Kıbrıs’ı kurtarmakla övünenler, Madımak’ın ateşini neden söndüremedi? Cehennem zebanilerinden “comandante”, dişi kurtlardan “güvercin” yaratma yalanını hiç mi unutmadık? İçimizde gözüküp katleden zihniyetle bir olup bizi nasıl temsil edeceksiniz?
Biraz edep, biraz vicdan… Maalesef bunların hiçbirini demeyeceğiz. Gerekeni de yapmayacağız. Çünkü biz de kolaya alıştık. Önümüze bir buket çiçek, ağza iki güzel söz, yüreğe salınan bir korkuyla gözlerimiz görmez oluyor. Efendiye benzeyerek, efendinin rengiyle cennet vaatlerine inanıyoruz.
Velhasıl, yine acının yıl dönümündeyiz. Yine yazacak, yürüyecek, slogan atacak, gözyaşı dökeceğiz. Acımızı bir günlüğüne de olsa yeniden hatırlayacağız. Ve bir sonraki yıla kadar yüreğimizde saklayıp kilitleyeceğiz. Ama acımız dinmeyecek, bitmeyecek. Çünkü kindar ve dindar kafa, her zaman yeni acıların müjdecisidir.
“Kindar ve dindar kafayı değiştireceğiz” derken, onları içimize taşıyan, onlarla benzeşerek acıyı dindireceğini iddia edenlerin de suretleri farklı olsa da aynı kafada olduğunu asla unutmamalıyız.
Ne yapmalı, nasıl acıyı azaltmalı? Üzerine kafa yormalıyız.
Madımak ateşinde yanan çığlıkların, güvercin donunda yüreğimizde dolaşan ikrarın feryadı olmalıyız. Onların çığlığını kesintisiz haykırırken, acı sahiplerinin birliği en büyük gücümüzdür. Çığlıklar birleşirse, dağdan kopan kar topu gibi büyür. O zaman hakikatin izinde meluna, münkir’e sırt dönüp cemal cemale yürümeli; Hınzır Paşalardan kurtulup Yezid düzenine Pir Sultanca bakmalı, Seyit Rıza gibi direnmeli, Hüseyin gibi ölmeyi bilmeliyiz.
Hakikatin yolu, önce yalanı tanımak; yalanın karşısında gerçeğin sesi olmakla başlar.