Ortadoğu, Asya ve Afrika, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren emperyal devletlerin paylaşım savaşlarının sahnesi oldu. Özellikle 20. yüzyılın başında, Birinci Dünya Savaşı’yla doruğa ulaşan bu paylaşım hırsı, bölgede derin yıkımlara yol açtı. Sykes-Picot (1916), Sevr (1920) ve nihayet Lozan Anlaşması (1923) ile Kürdistan dörde bölündü; köylerin ortasından sınırlar geçti, aileler ayrıldı, toplumlar inanç ve mezhep farklılıklarıyla kutuplaştırıldı. Emperyal güçler çıkarlarını sürdürmek için ulus devletçikler yaratırken, halkları lime lime parçaladı. Bazı etnik ve dini gruplar “bekçi” ilan edilirken, diğerleri inkâr edildi, katliamlara ve soykırımlara maruz bırakıldı. Bu süreçte, devletleşen uluslararası şirketlerin kâr hırsları için yer altı ve yer üstü madenler çalındı, doğa talan edildi, savaş lobileri silah borsaları kurdu ve bütün bunların yapılabilmesi için halklar çatışmaya sürüklendi. Aradan geçen 110 yıl, Ortadoğu’da kan, gözyaşı ve toplu tehcirlerin eksik olmadığını gösterdi.
Yüzyıllık ulus devlet modeli, demokratik ve eşit bir yaşam getirmedi; aksine, eşitsizlik ve adaletsizliği derinleştirdi. Bunun en çarpıcı örneği, Kürt halkının var olma mücadelesidir. Türkiye, Suriye, Irak ve İran’da Kürtler, kimliklerini korumak için ağır bedeller ödedi. Ulus devletler, önce Kürtlerin varlığını inkâr etti, soykırımlar uyguladı. Kürtler kararlı mücadelelerle kimliklerini, kültürlerini, dillerini kabul ettirdiler. Ancak Kürt halkı hâlâ merkeziyetçi ve tahakkümcü zihniyetlerle özgürlüklerinden mahrum bırakılıyorlar.
Ortadoğu’nun ticaret yolları üzerindeki güç kavgaları ve yeni statüko arayışları, bölge devletlerini Kürtlerle anlaşmaya ve yeni bir hukuk oluşturmaya zorluyor. Ortadoğu’da yüzyıllık merkeziyetçi ve tekçi anlayışlar varlıklarını sürdüremezler. Körfez Savaşları’yla başlayan hareketlilik, Arap baharıyla, halklar otoriter rejimlere karşı alanlara indi. Bugün de iki gerçeklik kendini dayatıyor: Bir yanda, Almanya Başbakanı’nın “Batı’nın kirli işlerini yapan” dediği İsrail, bölgenin yeni statükosu olma yolunda ilerlerken; diğer yanda, ulus devletler ya demokratikleşecek ya da halklar bir çıkış yolunu bulacak.
Merkeziyetçi ulus devletler, halkların çıkarına değil, emperyal güçlerin ve onların taşeronu olan dar çıkar gruplarının çıkarına hizmet ediyor. Bu model, doğayı, madenleri ve halkların emeğini sömüren bir sistemin sürdürücüsü oldu. Örneğin, Irak’ta Saddam rejiminin merkeziyetçi politikaları, Kürtleri ve Şiileri hedef alan katliamlarla sonuçlandı; Halepçe soykırımı (1988) bunun en acı örneğidir. Suriye’de Baas rejimi, Kürtleri kimliksiz bırakarak asimilasyona zorladı. Türkiye’de ise tekçi politikalar, Kürtlerin anadilde eğitim, anadilde kamusal hizmet alma, kültürel, sosyal ve siyasal kimliklerini yaşama talepleri ile kendini yönetme iradelerini bastırmaya çalıştı. Bu politikalar, sadece çatışmayı körükledi; eşitlik ve barış getirmedi.
Âdem-i merkeziyetçi yönetimler ise halkların birlikte yaşama iradesini güçlendiriyor. Rojava’daki demokratik özerklik deneyi, bunun en somut örneği. Sayın Öcalan’ın Demokratik Konfederalizm paradigması üzerine kurulan Rojava, Kürtler, Araplar, Süryaniler ve diğer halkları ve inançları eşitlik temelinde bir araya getirdi. 2014’te Kobanê’de DAIŞ’e karşı kazanılan zafer, bu modelin başarısını dünya sahnesine taşıdı. Yine, İsviçre’de, İspanya’da, İskoçya’da, ABD, Kanada’da ve dünyanın hemen her coğrafyasında özünde âdem-i merkeziyetçi yönetimlerle farklı dil ve kültürlerin bir arada barış içinde yaşayabileceğini gösteriyor. Bu model, yerel yönetimlere özerklik tanıyarak, merkezi otoritenin baskısını azaltıyor ve toplumsal çeşitliliği kucaklıyor.
Suriye’de yeniden yapılandırma süreci, âdem-i merkeziyetçilik için bir fırsat sunuyor. Ancak, ABD ve Avrupa’nın desteklediği Ahmet El Şara, Türkiye’nin baskısıyla “merkezi Arap cumhuriyeti” modelini dayatıyor. Bu, Kürtlerin ve diğer halkların haklarını göz ardı eden bir yaklaşım. Oysa Suriye’nin birliğini koruyacak en demokratik yol, âdem-i merkeziyetçi bir yönetimdir. Rojava’nın çok kimlikli modeli, Suriye için bir ilham kaynağı olabilir. Türkiye’de ise Ekim 2024’te başlayan Barış ve Demokratik Toplum Süreci, farklılıkları demokratik bir entegrasyonla birleştirme şansı sunuyor. Öcalan’ın merkeziyetçi ulus devlet modelini reddederek önerdiği demokratik toplum paradigması, halkların birlikte yaşama iradesini güçlendiriyor. Ancak bu süreç, hâlâ merkeziyetçi dayatmalarla karşı karşıya.
Türkiye ve Suriye, bu tarihi fırsatı değerlendirmeli. Merkeziyetçi politikalar, emperyal çıkarlara hizmet ederken halkları çatışmaya sürüklüyor. Rojava’da halkların bir arada yaşama başarısı, İsviçre, İspanya, İskoçya, Kanada’nın âdem-i merkeziyetçi modelleri hatta Güney Afrika’nın apartheid sonrası uzlaşma süreci, âdem-i merkeziyetçiliğin barış ve demokrasi getirdiğini gösterdi. Bölge devletleri, emperyal taşeronluktan vazgeçip halkların eşitlik ve özgürlük taleplerine kulak vermelidir. Türkiye, Kürtlerle diyalog kurarak Barış ve Demokratik Toplum Süreci’ni başarıya ulaştırmalıdır. Suriye de ancak Rojava’nın modelini benimseyerek Suriye’nin parçalanmasını önleyebilir. Bölge devletleri, bu iradeye sırtını dönmek yerine, bu iradeyi birlikte pratikleştirmek için çaba göstermelidirler. Çünkü halklar, bedeli ne olursa olsun özgür ve eşit bir yaşam arayışından ve mücadelesinden vazgeçmeyeceklerdir.