Kadın hareketleri, 19. ve 20. yüzyıllarda verilen mücadeleler sonucunda elde ettikleri kazanımlarla birlikte, 21. yüzyılda toplumsal mücadelelerin temel dinamiklerinden biri oldu. Ancak, kadınların farklı kimlikleri (sınıf, ırk/ulus, inanç) kadın özgürlük mücadelelerini hala uğraştıran temel konular olarak önemini koruyor. Bu yazıda, “millet” kimliğinin, kadınların ortak mücadelesine etkilerini ele almak istiyorum. Referans kitap ise Nira Yuval-Davıs’in “Cinsiyet ve Millet” isimli eseri. Kitap, 1990’lı yıllarda yapılan akademik ve siyasi çalışmalar sonucunda kaleme alınmış olmasına rağmen, hala kendi alanında başvuru kaynaklarından biri. İlk bölümünde “cinsiyet” ve “millet” konularında kuramsal çerçeve çizilen kitapta, cinsiyet körü milliyetçilik algısı eleştiriliyor. “Millet” kavramının “özel tarihsel anlara yerleştirilmiş ve hegomonya için mücadele eden değişik gruplaşmaların desteklediği değişen milliyetçi söylemler tarafından kurulduğunu” belirten yazar, milletlerin cinsiyetlendirilmiş karakterlerinin ancak bu bağlamda analaşılabileceğini belirtiyor.
Yazar, kitabın amacını, “cinsiyet ve millet konusundaki söylemlerin kesişme eğilimlerini ve bunların birbirleri tarafından kurgulanma biçimlerini tartışmaya ve incelemeye yönelik bir çerçeve sunmak” olarak tanımlıyor. Kitapta cinsiyet ilişkilerinin, milliyetçi projelere dört temel kategoride hayatı katkı sunduğu belirtiliyor. Bunlar, milletin biyolojik yeniden üretimi; milli kültürün taşıyıcısı ve sembolü olarak kadın; vatandaş kimliği üzerinden kurgulanan kadınlık, cinsiyetlendirilmiş ordular/cinsiyetlendirilmiş savaşlar olarak ele alınıyor. Son bölümde ise kadınların farklı kimliklerine rağmen; birbirlerini anlamalarına ve milliyetçi kodları çözerek, mücadele ortaklığına fırsat sunan “çaprazlama siyaset” yöntemi irdeleniyor. Tartışılarak okunması halinde, birçok konuda sorularımıza yanıt bulabileceğimiz bir kitap. Hatta bu tartışmalar bizi, yeni soru ve yanıtlara götürebilir. Kadınların, milletin eşit üyeleri olmadığı konusunda hepimiz hem fikir olsak da; milli/ulusal kimliğin, kadınların özgürlük arayışı ile ilişkisini/çelişkisini yeterince tartıştığımız söylenemez. Tartışmaları asıl içinden çıkılmaz hale getiren ise etnik kimliğin “millet”e, kültürün de “dil”e indirgenmesi. Oysa birinci cinsel kırılma dediğimiz, kadına dayalı toplumsallığın yerini, erkek egemenliğine dayalı ataerkil sistemlerin aldığı günden bu yana, işin rengi değişmiştir. Kadın ve erkek arasındaki eşitsiz ilişki, toplumsal süreçleri etkilemiş; erkek üstünlüğünü esas alan toplumsal sistemler, kadınlık ve erkeklik rollerini belirlemiştir. Milletin biyolojik yeniden üretimi görevi kadına verilmiştir. Farklı milli söylemlerde, kadınlar az yada çok çocuk sahibi olmaya teşvik edilir, bundan vazgeçilir, hatta buna zorlanır. Hatta milletin kalitesi uğruna, doğru “etnik kökenden”, doğru “sınıftan” kadınların çocuk sahibi olması istenir. “Üreme hakları” kadınlar için en temel mücadele alanıdır. Üreme hakkına yönelik müdahale, doğrudan kadın bedenine yönelik bir saldırıdır. Ancak bu saldırı, belli bir “milli topluluğun üyesi” olup olmamakla ilgili olduğunda, yaklaşımlar değişmektedir. Türkiye’de son yıllarda iktidar tarafından sık sık dillendirilen “üç çocuk” telkini, bu bağlamda ele alındığında meselenin milliyetçi nüfus politikalarıyla bağı görülecektir.
Kadınların bir görevi de “kültür muhafızlığı”dır. Kültürü çocuklara iletmekten ve yuvayı özgül bir kültür biçiminde kurmaktan sorumlu tutulan kadınlar, milletin kültürel yeniden üreticileridir. Kitapta “kültürün” çeşitli milliyetçi projelerde bir kaynak olarak kullanılma biçimleri, bu tür projelerde kadınlara verilen “milletin sembolü” olma görevi ve bu kadınlık kurgularının, cinsiyet ayrımcılığına dayalı sistemlerin yeniden üretim çarkına dönüşmesi ele alınıyor. Bu durum da üzerinde uzun tartışmaların yürütüleceği bir konu. Örneğin anadilin yada yerel toplumsal değerlerin bir sonraki kuşaklara aktarılması konusunda kadınların yüklendiği rolü nasıl değerlendireceğiz? Anadilin korunmasında kadının rolünü olumlarken; bunun kadının evle sınırlı yaşamı ve bu alandaki patriyarkal düzenin kadına dayattığı köleliği nereye koyacağız? Kadınlar, “vatandaş” kategorisine alınmak için de epeyce mücadele ettiler. Ancak “vatandaşlık” kimliği kadınları, özgür/eşit yurttaşlar düzeyine getirdi mi? Kadınların ikincil konumu değişti mi, patriyarka çözüldü mü, cinsiyet ayrımcılığı sona erdi mi? Kitapta yer alan “vatandaşlık ve farklılık” başlıklı bölümde tüm bu sorulara yanıt aranıyor. “Cinsiyetlendirilmiş devlet vatandaşlığı”nın erkek vatandaşlara verdiği “askerlik ve savaş” görevlerinin, “erkeklik” inşasında nasıl bir rol oynadığı da kitapta ayrıntılı olarak irdelenmiş. Sonuç bölümünde ise kadınların farklı konumlanmaları dikkate alındığında, feminist dayanışmanın ne ölçüde mümkün olduğu sorusuna yanıt aranmış. Feminist hareket 19. yüzyılda “kadınlara mı, siyahilere mi oy hakkı verilmeli?” sorusu ekseninde bir ayrışma yaşamıştı. Bu ayrışma günümüzde farklı biçimlerde devam ediyor. Yazar bu tartışmayı şöyle tanımlıyor: “Birinci” ve “üçüncü” dünyadan kadınlar arasındaki diyalogsuzluk sürekli tekrarlanmaktadır. Bir taraf, kadınların özgürleşmesini, feminist hareketin öncelikli/tek hedefi olarak görmekte. Öteki tarafta ise buna, kendi halkları özgür olmadan, kadınların özgürleşmesinden bahsetmenin anlamsız olduğu karşılığını vermektedir…
Bu sağırlar diyalogudur. Bu sağırlar diyalogu, batılı feministlerin, topluluk üyeliklerini ve bunun kendi konumlanışlarına etkilerini çoğunlukla görünmez kıldığı gibi; feminizmi kültürel emperyalizmin bir ürünü olarak etiketleme eğilimine de zemin sunuyor. Farklı kimliklere ve konumlara sahip kadınlar arasında diyalog kurma çabalarına ilişkin üç ayrı örneğin irdelendiği kitapta “çaprazlama siyaset” adı verilen yöntem öne çıkartılıyor. Çaprazlama siyaset, farklı toplumlarda ve aynı toplumda farklı konumlandırılmış kadınlar arasındaki işbirliği ve dayanışmayı mümkün kılan, farklılıklara duyarlı bir yöntem olarak sunuluyor. Kadın pasif alıcı mı? Eşitsizlikler, sömürü ve baskı ilişkileri, beyaz bir sayfanın üzerine kaydedilir gibi, kadınların dahili olmadan mı kuruluyor? Kürt kadınlar ile Türkiye’nin batısındaki kadınlar ne kadar diyalog kurabiliyor? Diyalog kurmanın önündeki engeller ne, nasıl aşılabilir? Türkiye kadın hareketleri, biraz da bu sorulara yanıt aramaktan kaçınıyor gibi. Oysa cevabını aramadığımız sorular, bizleri kendi mahallemize hapsettiği gibi; erkek egemenliğini güçlendiriyor. Bu kitabı, kendi sorularımıza yanıt arama çabasıyla okumanın; yatay ve dikey egemenlik ilişkilerine itiraz eden “ekolojik demokratik ve cinsiyet özgürlükçü toplum” paradigmasını bu bağlamda tartışmanın faydalı olacağını düşünüyorum.