75. Uluslararası Berlin Film Festivali’nin açılış filmi olan Tom Tykwer imzalı Işık, Avrupa’da giderek kök salan neoliberal politikaların toplumsal değerlerde yarattığı erozyona odaklanıyor. Film, bir karı koca ve üç çocuktan oluşan tipik bir Alman ailesi üzerinden yalnızlaşma, yabancılaşma ve insan ilişkilerindeki aşınmayı, zaman zaman mizahi bir dille ele alıyor. Almanya’ya mülteci olarak gelen ve Suriye’de psikoterapistlik yapmış Farrah, Engels ailesinin evinde hizmetçi olarak çalışmaya başladığında, aile içindeki gerilmiş ilişkiler su yüzüne çıkmaya başlar.
Dinamik kurgusu sayesinde izleyiciyi modern yaşamın kaotik gündelik rutinine sürükleyen film, hızla tüketilen değerlerin, fayda ve çıkar ilişkilerinin, duygusal yabancılaşmanın hüküm sürdüğü bir evren resmediyor. Bu distopik tablo, aslında çoğumuzun yaşamına sirayet etmiş kaygı ve depresyon halini görünür kılıyor. Günümüzün aşırı dijitalleşmiş evreni filmde öylesine canlı kuruluyor ki, izleyicide hâlâ bir yabancılaşma ve şok etkisi yaratabiliyor.
“Beyaz kurtarıcı” rolünü oldukça benimsemiş görünen Milena (Nicolette Krebitz), Kenya’da topluluk tiyatrosu projelerine fon sağlamak için çalışırken; kocası Tom (Lars Eidinger), yıllardır istikrarlı bir şekilde kariyer basamaklarını tırmanan bir reklamcıdır. Çocukları, 17 yaşındaki ikizler Frieda ve Jon ile sekiz yaşındaki Dio ise, modern dünyanın gençliğine dair farklı çatışmalar ve handikapları temsil ediyor. Engels ailesi, küresel kaygılar taşısa da (çevresel felaketler, ayrımcılık, cinsiyet eşitsizliği) hayatlarını lüks tüketim ve kariyer odaklı bir perspektifle sürdürüyor; birbirlerinin duygularını anlamaya ise pek çaba göstermiyorlar.
Suriyeli göçmen bir kurtarıcı: Farrah
Engels ailesi daha en başından dağılmış, birbirinden kopmuş ve uzak düşmüş bir halde görünür. Ailenin düzen karşıtı isyankar genç kızı Frieda, Farrah’a şunları söylüyor: “Biz tipik bir sorunlu Alman ailesiyiz; herkes kendi kafasına göre takılır, kimse diğerini umursamaz.”
Suriyeli mülteci Farrah bu dünyaya girdiğinde filmin ilk perdesinde çizdiği dramatik yapı biraz kesintiye uğruyor ve sorunlu yaklaşımı su yüzüne çıkmaya başlıyor. Filmin dokunduğu güçlü temalar zengin ve derinlemesine bir tartışmayı hak etse de, anlatı bunu yapmakta ciddi bir biçimde zorlanıyor. Kara mizah, neşeli müzikal sahneler ve melodramatik çatışmalar arasında amaçsızca savruluyor; hal böyleyken bazı sahneleri ciddiye almakta zorlaşıyor.
Kısa sürede anlarız ki Farrah’ın gizli misyonu klişe bir figürü üstlenmektir: bilge, ruhani, şifalı “yabancı.” Elbette ailenin içsel yaralarını sarmasına yardımcı olurken, kendi yaralarını da onarma fırsatı bulacaktır. Fakat böylece Tykwer, eleştirdiğini sandığı söylemi bir anlamıyla yeniden üretir. Farrah, gerçek bir karakterden çok, aileyi duygusal bir yüzleşmeye yönlendiren bir araç gibi duruyor; bu da sinemada artık klişeleşmiş ve öngörülebilir bir anlatı kalıbını anıştırıyor, ancak asıl sorun ise, Suriyeli göçmen bedeni üzerinden bilge Doğulu figürünü sahneye sürerek beyazların hayatını onarmaya çağırmasıdır. Farrah’ın özensiz yazılmış geçmişi ve neredeyse hiç gelişmeyen karakter çizgisi, bu beyaz bakışı daha da görünür kılar. İşte buradaki beyaz bakış filmi politik olarak problemli bir pozisyona sokuyor.
Ailenin kurtarıcısı Farah’ın kullandığı terapi yöntemi, beyin faaliyetlerini ve sinirsel tepkileri uyarmak için kullandığı stroboskopik ışık terapisidir. Aile üyelerini tek tek karşısına oturtup bu titreşimli LED ışığa maruz bırakıyor; böylece onları içlerinde sıkışıp kalmış duygularla yüzleşmeye zorluyor. Sonunda hepsini bir grup seansında bir araya getiriyor. Ancak üç saate yaklaşan filmin uzun hazırlıklarından sonra ulaşılan çözüm, yalnızca “birbirinin dünyasını deneyimlemek” olunca sonuç fazlasıyla basit kalır. Böylece Işık, sonunda basmakalıp sloganlara çakılıp kalır.
Film neyi kotarıyor?
Sırtını sistem eleştirisinin yanısıra daha pek çok yapısal ve toplumsal sorunlara yaptığı eleştirilere yaslarken, ağır bir biçimde klişe söylemler ve biçimler arasında çırpınmaktan kurtulamayan filmin uzadıkça uzayan süresi bu hissiyatı daha da kuvvetlendiriyor.
Film, kullanılan etkileyici görsel ve ses efektleri, animasyon ve müzikali harmanlayan ilginç sekansları, ve rengarenk paletiyle kaleydoskopik bir etki yaratıyor. Koş Lola Koş (1998), Bulut Atlası (2012), Babylon Berlin(2017) gibi film ve dizilerinden bildiğimiz Tom Tykwer’ın oldukça maksimalist sinemasını bu filmde de görüyoruz. Sevenini bu anlamda tatmin edecektir. Ancak onun dışında beklentiyi çok yüksek tutmamak lazım. Film politik olarak problemli oluşuna rağmen bir noktada tutarlı ve açık bir öneride bulunuyor; Berlin sağanak bir yağmurla temizlenmeli.