Muhalefetin birlikte hareket etmesinin önemine dikkat çeken DTK Eşbaşkanı Leyla Güven, CHP’nin Kürt sorununa ilişkin açıklamalarını da değerlendirdi
Türkiye ve bölge oldukça hareketli. Doğu Akdeniz’de büyük bir kriz yaşanıyor. Büyük bir ekonomik krizin içinde olan Türkiye’de ise hükümet başka krizleri ve tartışmaları tetikleyerek bu krizi gözlerden uzak tutmaya çalışıyor. Bir yandan da baskıcı siyasetini sürdürüyor. Buna karşı başka Kürtler ve kadınlar olmak üzere özgürlük ve demokrasi isteyen kesimler itirazlarını yükseltiyor. JIN TV’den Nezahat Doğan’ın sorularını yanıtlayan DTK Eşbaşkanı Leyla Güven, iktidarın baskıcı politikası ve buna karşı gelişen demokrasi mücadelesine dikkat çekti.
- Kadınlar, Kürtler ve meşru olan DTK neden sürekli olarak AKP’nin hedefinde?
Karşımıza sisteme karşı mücadele etmenin gerçekliği çıkıyor. Biz ne kadar eksik de görsek yetersiz de kalsak AKP’nin politikalarına 18 yıldır asla mahkûm olmadık, asla itaat etmedik, asla boyun eğmedik. Ve bundan sonra da eğmeyeceğimizin mesajlarını verdik. Onun içindir ki on binlerce arkadaşımız cezaevlerinde, binlerce kadın aynı şekilde hem cezaevlerinde hem dışarıda her yerde mücadeleye devam ediyor. DTK de bundan azade değil. 2007’de çalışmalarına başlayan Mezopotamya coğrafyasında yaşayan kültürlerin, inançların, kimliklerin herkesin içinde yer aldığı, Kürt sorununun demokratik çözüme kavuşması için aslında bir şans olan, bu uğurda ciddi çalışmalar yürüten çalıştaylar yapan ve devletin de resmi olarak muhatap aldığı bir kongreyken bugün kongreyi terörize eden kriminalize eden bir yaklaşımla karşı karşıyayız… Bunlara şaşırıyor muyuz? Elbette ki değil.
- Peki, bunun karşısında neler yapacaksınız?
En çok tartıştığımız çıkış yolu bulmaya çalıştığımız konu bu. Onun için iki heyet yollardayız, bir heyetimiz Dersim’den başladı Mardin, Van’a, Hakkari’ye devam edecek. İkinci heyetimiz de İstanbul’dan başladık. İzmir ve Mersin’e kadar devam edeceğiz… Heyetimiz: DBP, DTK, HDK, HDP ve TJA’nın katılımıyla birlikte sivil toplum örgütü ve halkla buluşuyor. İstanbul’da ziyaret ettiğimiz sivil toplum örgütleri ve demokratik kitle örgütleri ve yaptığımız halk toplantıları büyük bir ilgiyle karşılanıyor. Karşılıklı görüş alışverişinde bulunuyoruz.
- Toplumsal dinamikleri ve demokratik kitle örgütleriyle güçlenmek önemli. Şiddet ve baskılar sokağı kapatmaya dönük. Hak ihlalleri cezaevlerinde arttı. Tutuklular, koşulların iyileştirilmesi için açlık grevindeler. Avukatlar, adil yargılanma için ölüm orucunda. Siz tecride karşı ölüm orucu yaptınız. O zamanda sesler ve çığlıklar yeteri kadar çıkmıyordu? Bugün de o çığlıklar neden yeteri kadar duyulmuyor?
Bir ülkede eğer gerçekten en son nokta olan insanın canını ortaya koyacak bir durum varsa, o ülkede insan haklarından, hak, hukuk, adaletten söz edebilmek mümkün değildir. Hak arayışı nasıl bir aşamaya gelmiştir ki bir insan adil yargılanmak istiyorum diyerek vücudunu, bedenini ortaya koyar. Sevgili Ebru ve Aytaç da şu anda bunu yaşıyor. Bundan kısa süre öncede Helin de, İbrahim de, Mustafa da aynı uğurda bedenlerini açlığa yatırarak dirhem dirhem eridiler, yaşamlarını yitirdiler. Şimdi bu ülke gerçekliğinin fotoğrafını veriyor. Ülkede hak, hukuk, adalet kalmamıştır. Bunun kalmadığını herkes ifade ediyor, herkes mustarip, herkes nasibini alıyor. Fakat kimse yüksek sesle dile getirmiyor. Bunun için örgütlü olmak gerekiyor. Tek tek bireylerin ortaya çıkıp bir şeyi yapmasıyla değil. Bakın şimdi açıklıktan insanlar bedenini ateşe veriyor, açlıktan insanlar toplu intihar ediyor. Bu acı bir tablo karşısında eminim her vatandaş üzülüyordur. Üzülmek yetmiyor, örgütlü olmak gerekiyor. Şu şekilde tutumumuzu ortaya koyarsak devletlere de iktidarlara da geri adım attırabiliriz… Ebru ve Aytaç için hastanenin önünde biz 20-30 kişi değil, 20 bin 30 bin kişi olsaydık emin olun ki devlet geri adım atardı, atmak zorunda kalırdı.
- Bu söylediğiniz örgütsüzlük ve örgütlülüğün güçlü olmamasını neye bağlıyorsunuz?
Sistem örgütlenmememiz için her şeyi yapıyor. Her bir grubu ayrı ayrı zapturapt altına alıp kriminalize edip marjinalleştirmeye çalışıyor. Şimdi bir yanı bu. Bir diğer yanı bizim bir araya gelmek için ortak paydaları azaltıp ayrışma alanlarını çoğaltmamızdan kaynaklanıyor. Bu iş Kürt-Türk meselesi değil. Bu iş artık emek mücadelesi ve demokrasi mücadelesini birleştirme refleksidir. DİSK’i ziyaret ettiğimizde de bunu söyledik. Bu güç birleşirse bunun karşısında hiçbir güç duramaz. Bu iktidar da olsa kendisini yeniden dizayn etmek zorunda kalır. Bu bir araya gelememenin yarattığı boşluk iktidarlara despot olma zemini sunuyor. Bu iktidarın çok cesur olmasından kaynaklanmıyor, bizim bir araya gelemememizden kaynaklanıyor. Bunu ortadan kaldırma gücümüz, yeteneğiz, zekâmız ve irademiz var ama bunun için atılan adımlar zayıf. Bunun için Aksaçlılar girişimi son derece önemlidir. Daha fazla girişimler olması gerekiyor. Fransa’da 21’ler manifestosu vardı, tarihe geçti. Akademisyenlerin barış imzası vardı tarihe geçti. Bunları çoğaltmak gerekiyor.
- Kürt sorunu son dönemde muhalefetin de gündeminde. Bu durum seçimle ilişkilendiriliyor. Kürtleri rant olarak görme hesapları mı var?
Kürt sorunu her gelen iktidarın geçmişten bu yana -özellikle 1924’ten sonrasını ele alarak- kendince bir söz kurarak ayakta kalmaya çalışmıştır. Kürtlerin gücünü de yanında himaye etmeye çalışmıştır. Bu ülkede “Kürtlerin realitesini tanıyorum” diyen “Bask modeli olabilir” diyen, “AB’nin yolu Diyarbakır’dan geçer” diyen başbakanlar oldu. Şimdi en son 19 yıl önce AKP iktidara geldiğinde Türkiye’de ciddi siyasi ve ekonomik kriz yaşanıyordu, bir boşluk vardı, o boşluktan yararlanarak AKP iktidar oldu. Onlar da baktılar ki Kürt realitesi ciddi bir realite bu kaçınılmaz. O yüzden Erdoğan da 2004’te Diyarbakır’a giderek orada “Kürt sorunu vardır, Kürtler benim kardeşimdir” dedi.
- AKP devletleşince mi Kürt sorunu yoktur dedi?
İşte tam da bu… AKP iktidar olana kadar Kürt sorunu var dedi, iktidarlığını pekiştirmek için buna ihtiyacı vardı. Kürtler de “Evet, belki de bu insan yapar bir şans verelim” dediler ve bir kredi verdiler dolayısıyla o krediyle iki üç dönem iktidar olup tam da dediğiniz gibi devletleştikten sonra özellikle devletin bütün kurumlarını ele geçirip sağlamlaştırdıktan sonra artık “Kürt sorunu diye bir sorun yoktur” demeye başladı.
- Peki, CHP’nin Kürt raporu çıkışını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Şimdi Kürt hareketini görmezden gelerek Türkiye’de siyaset yürütülemez. CHP bunun en somut örneğidir. CHP, 1989’da bir Kürt raporu yazdı. Aradan geçen yıllarda hiçbir şey yapmadı ve şimdi yeniden bir rapor hazırlayacağını söylüyor. Buna Kürtlerde “Rojbaş” derler gerçekten. Bu saatten sonra hazırlanacak Kürt raporunun çözümü olmayacak. Kürtler artık gerçek anlamda Kürt sorununun çözümünün, muhatabının kim olduğunu kimler tarafından çözüleceğini çok iyi biliyor. Bunu sadece Kürtlerin siyaset yapanları da değil, Kürt halkı her alanda kendi politize olmuştur, kendi sorununu biliyor ve bunun çözümlerini de ortaya koymuştur. İstanbul seçimleri bir kez daha Kürtlerin gücünü ortaya koydu. 25 yıl sonra İstanbul AKP’nin elinden çıktı.
- Kürtler, Kürt sorununun çözümünde en önemli aktör olarak PKK Lideri Abdullah Öcalan’ı görüyor. PKK Lideri Abdullah Öcalan olmadan bu sorunu çözmek mümkün mü?
Asla, Sayın Öcalan olmadan hiçbir çözüm düşünülemez. Kürt sorunu karşısında özellikle son 40 yıldır örneğin PKK’nin silahlı mücadeleyi tercih ettiği günden bugüne kadar geçen yıllara baktığımızda batının yaklaşımı hep oryantalist olmuştur. Ortadoğu’daki dengelerin değiştiği ve bu dengelerinde yeniden dizayn edilen Ortadoğu’da geçmişte olduğu gibi halklara rağmen kararların alınması mümkün değil. Artık bir Rojava gerçekliği var, artık Başur’da bir statü var, artık Bakur’da bir hareketlenme var. Her yerdeki Kürtlerde, Araplarda ve orada yaşayan bütün halklarda bir kıpırdanma var. “Bu böyle gitmez” diyorlar. Despot iktidarlar aşıldı ve halkların iktidarı hedefleniyor. Sayın Öcalan’ın “Demokratik-Ulus” perspektifinin Ortadoğu’da olması gereken bir model olduğunu düşünüyoruz.
- Buradan hemen CPT’nin raporuna geleyim. Bu raporunun yeterli olmadığı ama önemli olduğu belirtiliyor. Siz ne düşünüyorsunuz?
Evet, yeterli değil ama son derece önemlidir. Bu raporda son derece önemli tespitler de var. Bizim yıllardır ortaya koyduğumuz tespitler ama onların bir türlü görmek istemediği tespitlerdi ve bu Türkiye Cumhuriyeti devletine ve adalet bakanına da sorumluluklar yüklediğini görebiliyoruz. Çünkü somut olarak yapılması gereken budur. Ortada bir gerçeklik var, bu gerçeklik üzerinden Türkiye’den rapor istemektir. Bu çok zor değil. Bugüne kadar hep yalpaladılar, onun şimdi istenmiş olmasını önemli buluyoruz. Yetersizdir, takip edilip bir aşama kaydetmesini bekliyoruz
- Kadınlar en güçlü sözü alanlara çıkarak sokaktan vazgeçmeyerek söyledi. İstanbul Sözleşmesi’ni yaşatacağız diyerek AKP’ye geri adım attırmadı mı sizce?
Attırmaz olur mu? AKP yeniden oturup yeniden konuşmak zorunda kaldı. Kadınlar alanlara çıkıp coplandılar, gaz yediler yerlerde sürüklendiler ama içeri girmediler. İşte anlatmak istediğim de tam da bu. Kadınların bu iradesi toplumun birçok kesimine ilham oldu. Tedbirlerimizi alacağız alanları terk etmeyeceğiz dediler. Kadınların yürüttüğü bu mücadele aslında genele de bir perspektif sunan geneli de harekete geçiren bir nokta oldu.
- Kadın mücadelesinde birçok tutuklu siyasetçi kadın var. İktidar kontrol edemediği için mi kadınları hedefine aldı?
Evet, kadınları kontrol edemez. Şimdi sevgili Gülten Kışanak, Sabahat Tuncel, Figen Yüksekdağ ve bütün tutuklu olan arkadaşlarımız var. Birçok mücadeleci kadınlar tutsak, rehin. Çünkü neden? “Önce kadını vurun” anlayışı var egemenlerde. Çünkü “Kadın uyandığında toplum uyanır. Kadın bilinçlendiğinde toplum bilinçlenir.” Bu gerçekliği bastırmaya çalışan bir anlayış ama bunun karşısında da direnen bir kadın iradesi var.
HABER MERKEZİ