Bugün, neo-faşist maskeler (CEO’lar) ve onların temsil ettiği teknokratik diktatörlüğe karşı çıkmak, yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda sosyalist bir zorunluluktur
Berat Çiftkuran
Modern çağda devlet kavramı, özellikle kapitalizmin doğuşuyla birlikte sürekli olarak evrim geçirdi. Antik çağın imparatorluklarından feodal düzenin parçalı yapılarına, ulus devletin yükselişinden neoliberal küreselleşmeye kadar devlet, ekonomik sistemin gereksinimlerine göre şekillendi. Kapitalist sistemin ortaya çıkışı, feodal yapının dağılması ve modern ulus-devletlerin inşa edilmesi ile doğrudan ilişkilidir. 1648 Westphalia Antlaşması ile egemen ulus-devlet modeli hukuksal bir temele oturtuldu.
Burjuvazinin çıkarlarını korumak üzerine inşa edilen devlet, şirket/CEO’ları üzerinden daha görünür olmaya başladı. Dışarıdan görünüşte devletin yerini giderek daha fazla özel şirketlerin aldığı bir teknokratik diktatörlük ile karşı karşıya kalındığı görünse de; bu durum kapitalizmin devlet aygıtına biçtiği rol; sisteminin nihayetinin asıl amacıdır. Elon Musk, Jeff Bezos, Mark Zuckerberg gibi figürler yalnızca birer girişimci değil, aynı zamanda öncüllerinin bu günkü yüzleridir. Özellikle 2. Emperyal Paylaşım Savaşı’yla dünyanın her alanına sızan Rockefeller ve Rothschild gibi aileler, son dönemlerin küresel ölçekte siyasi, ekonomik ve toplumsal düzeni yeniden inşa eden yeni egemen sınıfın liderleri olarak devam ediyor.
Kapitalizmin hizmetkârı olarak Ulus-Devlet
Kapitalizmin devlet aygıtı son 20-30 yıllık süreçte her ne kadar; merkezi otoritenin kontrolüne dayalı gibi görünse de, aslında; kapitalizm üzerine şekillendiği amaç itibariyle devlet yapıları da dahil sistemin tüm çarklarının sermayenin ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde -dünyayı bir bütün olarak tekelinde tutmak- dizayn edilmiştir. Son dönemde de karşı karşıya olduğumuz durum budur. Sanayi devrimiyle birlikte, yine Rockefeller gibi şirketler eliyle ulus-devletin yükselişe geçmesinin sebebi; sermayenin ihtiyaçlarını karşılamaktı.
Küresel şirketler ve devletin işlevsizleşmesi
Bugün ulus-devletlerin gücünü kaybetmesi tesadüf değil, aksine bilinçli bir sürecin sonucudur. Özellikle Elon Musk ve SpaceX gibi şirketlerin devletler üstü yapılar haline gelmesi, bu dönüşümün en bariz örneklerindendir. Musk, ABD hükümetinden milyarlarca dolar teşvik alırken, aynı zamanda uluslararası uzay sahasını özelleştirerek bir tür feodal uzay düzeni kurmaya çalışmaktadır. Bu, tarihte ilk kez bir bireyin, devletlerden bağımsız olarak uzay kolonizasyonu planları yapması anlamına geliyor. Bu bağlamda, Giovanni Arrighi’nin de “Uzun Yirminci Yüzyıl” eserinde vurguladığı gibi, kapitalizmin temel dinamiği olan sermaye birikimi artık sadece dünyada değil, gezegen ötesinde de bir tahakküm kurma stratejisine dönüşmüştür.
Sanayi kapitalizminden teknokratik faşizme
Günümüzde bu birleşim daha sofistike bir biçimde gerçekleşiyor. Musk’ın “özgürlükçü” söylemleri altında geliştirdiği politikalar, yalnızca belirli bir elitin çıkarlarını koruyan, geri kalan insanları öngördükleri sistemin dışında bırakan bir teknokratik distopyanın habercisidir.
Murray Bookchin, “Ekolojik Toplum ve Hiyerarşi” adlı makalesinde teknolojinin şirketlerin elinde nasıl bir tahakküm aracına dönüştüğünü açıkça ortaya koyar. Musk’ın Mars projeleri, bilimsel, teknolojik ilerleme olarak görülemez. Gerçekte, bu projeler dünya üzerinde yeni bir sosyal hiyerarşi yaratmanın ilk adımlarıdır. Kaynaklara erişimi olanlar için Mars bir “cennet”, geriye kalan milyarlarca insan içinse dünya giderek daha yaşanmaz bir cehenneme dönüşmektedir.
Ulus-devlet sonrası: Devletin gölgesinde yükselen ulus-üstü şirketler
Neoliberalizmin 1970’lerden itibaren dünyaya yayılması, devletin sosyal refah alanlarından geri çekilmesi anlamına geldi. Milton Friedman ve Friedrich Hayek gibi iktisatçılar, serbest piyasanın her türlü toplumsal ve ekonomik sorunu çözeceğine dair yanılsamalar yaratarak, devletleri ekonomik alandan çıkarmaya yöneldiler. Ancak bu durum, pazarın tamamen özgürleşmesi anlamına gelmedi; tam tersine, özel şirketlerin daha fazla iktidar kazanmasını sağladı. Devletler güçsüzleştirildi ve küresel sermaye için bir aracıya dönüştü.
Bugün Apple, Amazon, Google, Tesla ve Meta gibi şirketler sadece ekonomik değil, aynı zamanda siyasi güçlerini de artırmış durumdalar. 2021 yılında Apple’ın piyasa değeri 3 trilyon dolara ulaşmışken, çoğu devletin toplam GSYH’si bu rakamın altında kalmaktaydı. Bu durum, devletin şirketlerin yöneticileri tarafından şekillendirildiği yeni bir politik yapının habercisidir.
Murray Bookchin, “Post-Scarcity Anarchism” adlı eserinde, “kapitalizmin en büyük tehlikesi, ekonominin ve bilimin elit bir teknokratlar sınıfı tarafından kontrol edilmesidir” diyerek bugünün düzenine çok önceden işaret etmiştir. Bugün teknoloji ve bilim, halk için değil, elitlerin kontrol mekanizması olarak kullanılmaktadır. Elon Musk, Jeff Bezos ve Mark Zuckerberg gibi figürler, kendilerini “halkın kurtarıcısı” olarak pazarlarken, aslında devlet otoritesini devralan yeni bir aristokrasi inşa etmektedirler.
Teknokratik diktatörlük, geleneksel demokratik süreçleri devre dışı bırakırken, karar mekanizmalarını şirket CEO’ları ve büyük teknoloji mühendislerine bırakmaktadır. Artık kimin söz hakkı olduğuna meclis ya da seçimler değil, algoritmalar ve yapay zekâ karar vermektedir.
Şirketlerin yasalarına doğru…
Musk’ın sahibi olduğu Neuralink, Starlink ve OpenAI gibi projeler, insan zihnini ve küresel iletişimi tamamen özel şirketlerin kontrolüne bırakmayı hedefleyen bir gelecek tasavvur ediyor. Devletlerin yasama yetkisi giderek azalırken, şirketler kendi düzenlemelerini yapıyor. Örneğin, 2023 yılında ABD hükümeti Musk’ın Starlink hizmetlerinin savaş bölgelerinde kullanılmasını kısıtlamaya çalıştığında, Musk doğrudan “benim şirketim, benim kurallarım” diyerek bu karara meydan okudu. Elon Musk’ın Starlink projesi, Amazon’un bulut bilişim ağı, Google’ın veri merkezleri gibi girişimler, devletlerin bırakıldığı boşluğu dolduran yeni düzenin alt-üst yapılarıdır. Devletlerin dahil, geleneksel anlamda bağımsız kararlar alabileceği bir alan kalmıyor; çünkü veri, altyapı ve güvenlik tamamen özel şirketlerin elinde toplanıyor.
Bu bağlamda, William I. Robinson’un “Küresel Kapitalizm ve Kriz” kitabında belirttiği gibi, çok uluslu şirketler artık yalnızca ekonomik aktörler değil, doğrudan ulus-devletlerin üzerinde bir egemenlik kuran yeni siyasi otoriteler haline gelmiştir. Robinson’a göre, devletler artık şirketlerin taşeronlarıdır ve ulus-devletlerin geleneksel rollerini yitirmesi, insanlığı tamamen piyasalaştırılmış bir köle düzenine sürüklemektedir.
Teknokratik diktatörlüğe karşı-söylem yerine
Bauman’ın “Akışkan Modernite” kavramıyla açıkladığı üzere, sınırlar artık devletler tarafından değil, sermayenin hareketleri tarafından belirleniyor. Musk’ın, Bezos’un veya diğer tekno-oligarşilerin küreyi dönüştürme yetisi, herhangi bir politikacının sahip olduğu yetkinin çok ötesine geçmiş durumda.
Bugün içinde bulunduğumuz dönem, devletlerin çöküşü ve şirketlerin mutlak egemenliğinin tesis edilmeye çalışıldığı bir dönemdir. Böylesi şirket CEO’ları, yalnızca birer “vizyoner” değil, aynı zamanda teknokratik bir faşizmin öncüleri olarak tanımlanabilinir. Kapitalizmin evresi olan bu sistem; doğa ve insanlığı bir avuç elitin çıkarlarına göre şekillendirilmiş bir geleceğe mahkûm etmektedir.
Ancak bu süreç kaçınılmaz değildir. David Harvey’in “Neoliberalizmin Kısa Tarihi” eserinde belirttiği gibi, kapitalizmin krizleri aynı zamanda ona karşı mücadelelerin de yükseldiği dönemlerdir. Devletlerin bile şirketlerin kölesi haline geldiği günümüz durumuna karşı, özgür yaşam parolasına dayalı örgütlü bir direniş, toplumsal hareketlerin yeniden güçlenmesi ve alternatif ekonomik modellerin toplumlar tarafından sahiplenmesi ve güçlendirilmesi gerekiyor. Aksi halde, gelecekte bizi bekleyen şey, yalnızca bir avuç şirketin yönettiği, insanlığın büyük kısmının ise yok sayıldığı bir dünya olacaktır.
Bugün, neo-faşist maskeler (CEO’lar) ve onların temsil ettiği teknokratik diktatörlüğe karşı çıkmak, yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda sosyalist bir zorunluluktur.