Yıl sonu yaklaşırken rejim 2025’ten 2026’ya devredecek yaşamsal sorunun Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ve Şam’daki “Geçiş Yönetimi” arasında imzalanan “10 Mart mutabakatının uygulanmaması” olduğunda ısrarlıydı. Yeni yılın ilk günündeyiz, mutabakatın “uygulama mühleti” dolduğu halde fiilen ya da hukuken bir şey değişmedi ama dünyanın sonu da gelmedi.
Bununla birlikte Öcalan’ın yeni yıl mesajında “mutabakat”ın gerçekleşme koşulunu “demokrasi” ile çerçevelemesinin şimdiden rejim ajitatörlerinin asabını bozduğu görülüyor.
Öcalan mesajının kilit cümlesinde şöyle diyordu:
“SDG ile Şam yönetimi arasında 10 Mart’ta imzalanan mutabakat çerçevesinde dile getirilen temel talep, halkların kendi kendini bir arada yönetebileceği demokratik bir siyasal modeldir. Bu yaklaşım, merkezi yapıyla müzakere edilebilir demokratik bir entegrasyon zeminini de içinde barındırmaktadır. 10 Mart Mutabakatı’nın uygulanması, süreci rahatlatacak ve hızlandıracaktır.”
Fahri Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Şamil Tayyar, mim koymakta gecikmedi:
“[…] Öcalan, feshini istediği PKK’nın YPG bünyesinde reenkarne olmasını istiyor. […] Ve geçen süre Türkiye’nin aleyhine işliyor. O sebeple, yılın ilk ayında mevzunun mutlaka çözüme kavuşturulması ve yeni yol haritasının belirlenmesi elzemdir. Hatırlatalım, fırsatların kazası olmaz.”
Bu söylem, genel olarak sürecin ayrıntılarına vakıf olmayan geniş kitlelerin hayalhanesine sanki taraflarca kabul edilmiş net bir takvim, bağlayıcı bir plan ve zaman ve mekândan azade tıkır tıkır işleyen bir mekanizma varmış ama işler SDG yüzünden yürümemiş izlenimi yüklemeye yönelik bir kurmacadan ibaret.
Oysa gerçek tablo, tam tersi: Mutabakat esasen iki tarafça da bilinçli olarak muğlak bırakılmış, zamana yayılan ve çok aktörlü bir güç denkleminin tercümesinden ibaret bir çerçeve beyanıydı. Tarafların niyetlerini, kırmızı çizgilerini ve pazarlık alanlarını işaret ediyordu; ama nasıl, ne zaman ve hangi güvenceyle hayata geçirileceğine dair bağlayıcı hükümler içermiyordu. “Yıl sonu” mutlak bir uygulama zaman sınırı oluşturmuyordu. Bu hükmün yer aldığı 8. Madde şöyleydi:
“Anlaşmanın uygulanmasına yönelik yürütme komitelerinin çalışmaları: Yürütme komitelerinin, anlaşmanın uygulanmasını sağlamak ve sürecin yıl sonuna kadar tamamlanması için çalışması.”
“Mutabakat niçin gerçekleşmedi?” sorusu, bu nedenle sürecin doğasına aykırı bir beklentinin ürünüdür. Süreci siyasi sorumlulukla takip edenler için mutabakatın uygulanmasının yalnızca Şam ve SDG arasındaki iradenin varlığı ya da yokluğu meselesine indirgenemeyeceği bellidir. Türkiye’nin güvenlik öncelikleri, ABD’nin sahadaki belirleyici varlığı ve gücü, bölgesel güçlerin etkileri ve Suriye devlet geleneğinin merkezî refleksi süreci başından beri çatışmalı ve kırılgan kılıyordu. Böyle bir tabloda, süreci “ya tam teslimiyet ya operasyon” açmazına almak, gerçekliği açıklamaktan çok onu basitleştirerek siyasal maksatlar için bükmek olur.
Yeniden hatırlayalım, Ahmed Eş-Şara ve Mazlum Abdi arasındaki mutabakatın imzalandığı 10 Mart 2025, sahil kesiminde Lazkiye ve Tartus ve Hama ve Humus kırsalında Alevi toplumuna yönelik kıyamın doruğuna yükseldiği gündü. Şam yönetiminin komutası altına topladığı Selefi çetelerden oluşan “güvenlik güçleri” bu saldırılarda binlerce Alevi’yi (BM raporuna göre en az 1.700 sivil) vahşice öldürdü. Binlercesi yerinden edildi. Uluslararası Af Örgütü saldırıların niteliğinin “kimlik temelli bir şiddet ve savaş suçu boyutuna ulaştı”ğını belirledi. Bu katliamlarda Şam Yönetiminin emri altındaki “düzenli” birliklerin sorumluluğu apaçıktı.
2026’nın ilk günlerinde Lazkiye’de Alevilere yönelik intikam saldırıları ilhamını bu cezasızlıktan alarak tekrarlanırken Doğu ve Kuzey Suriye’de kendilerini bu vahşet karşısında özyönetim ve özsavunmayla savunabilmiş ve on yıl boyunca güvenceye alabilmiş olan Kürtler, Şam’daki Geçiş Yönetimi’nin insafına bırakılmış bir geleceğin ne anlama gelebileceğini uygulamalı olarak gözlemliyor ve ders çıkarıyorlar.
Buradaki kritik karar aralığı, “10 Mart mutabakatı neden uygulan (a)madı” sorusunu operasyon çağrısına bağlamak yerine, uygulanamazlığın neyi gösterdiğini anlamakla ilgilidir: Kuzey ve Doğu Suriye ya da Rojava’da ortaya çıkan fiilî özyönetim ve özsavunma hakikati organik bir süreçtir. Bu yapı, Suriye’nin mevcut bölgesel koşullarda vücut bulan rejimi dahilinde sorunsuzca kurumsallaştırılabilecek kadar güçlü olmayabilir ama askeri zorlamayla hızla tasfiye edilebilecek kadar zayıf ve arızî de değildir. Bölgenin sadece Kürt ve Müslüman değil Arap, Asuri, Süryani, Ezidi nüfusunun da içselleştirdiği bir yaşam, yönetim ve savunma kalıbıdır. Tarafları hızlı çözümlerden çok aşındırma, oyalama ve baskı politikalarına yönelten de sürecin bu geçişken, arada konumdur.
Hal böyleyken “mutabakat işlemedi” söylemi, askeri seçeneği meşrulaştırmak ve güya aklileştirmek maksadıyla basitleştirici bir gerekçe olarak kullanışlı görünebilir. Ne var ki, Ankara’nın devşirme ve vekil güçleriyle özerk yönetim alanlarına -Şam kamuflajıyla ne kadar örtülürse örtülsün- TSK sevk ve idaresinde bir askeri hamle, iddia edildiği gibi “sorunu kapatma”yı sağlamayacak, içeride ve dört parça Kürdistan’da yeni istikrarsızlık ve çatışma alanları, yeni göç dalgaları ve içinden çıkılması daha da güç bir bölgesel düğüm dışında bir sonuç vermeyecektir.
2025’ten 2026’ya uzayan bu “operasyon” gölgesi, tazelenen bir gündemle demokratik muhalefetin önüne de acil bir yaşamsal bir görev koyuyor: “Barış için ortak mücadele”. Muhalefet, bu girişimini bir demokratik halk bloku inşası için yeni imkanlara açılan bir kapı ve daha da önemlisi rejimin anlatısını tersine çevirerek söylem egemenliğini sarsmaya yönelik bir fırsat olarak da değerlendirecektir.
Bu kavşakta muhalefetin başlıca işi, güncel tartışmayı “operasyon olsun mu olmasın mı” ikiliğinden çıkararak sorunun yanlış bir temelde kurulduğunu göstermek olmalı.
Asıl sorun, “10 Mart Mutabakatının uygulanmaması” değil; bu mutabakatın başından beri, neden bir geçiş çözümü olarak tasarlanmış olduğu ve hangi güç dengeleri içinde askıda bırakıldığıdır. Bu gerçeklik açıklığa kavuşturulmaksızın, neyin uygulanacağına dair açık bir müzakere sürecinin evrelerini belirleyen bir yürüyüş programı olmaksızın “mutabakat uygulanmadı” iddiasını yeni bir askeri çağrıya dönüştürmek, toplumu olmayan bir şeyin olmadığı gerekçesiyle sürekli bir teyakkuz ve korku siyasetine mahkûm etmek demektir.
2026’nın ilk gününden başlayarak muhalefet ortak ufkuna bu korku siyasetinin boşa çıkarılmasını yerleştirilmelidir.
Bu bağlamda üç ilkesel doğrultudan söz edilebilir: Birincisi, güvenlik söylemini tekeline alan iktidar diline karşı, istikrarın askeri değil siyasal araçlarla sağlanabileceğinin ısrarla vurgulanmasıdır.
İkincisi, Rojava ve Suriye dosyasının içeride Kürt halkına yönelik bir “tehdit fabrikası”na dönüştürülmesine son vermek, bu alanı Türkiye’deki demokrasi, hukuk ve yerel yönetim konularıyla aynı çerçevede ele almaktır.
Üçüncüsü ise Türkiye’deki Kürt sorununu pasifikasyon ya da sessizliği satın alma kurnazlığı üzerinden değil, onur ve eşit yurttaşlık üzerinden yeniden tanımlamakta ısrardır.
Mevcut kuvvet dengeleri kapsamında bu ufuk ne romantik bir barış çağrısı ne de sahadaki güç ilişkilerini yok sayan bir temenniye indirgenebilir. “Somut durumun somut tahlili”nden hareket eden saptama günümüzde askeri seçeneğin sorunları çözme kapasitesini büyük ölçüde yitirdiğini ancak siyasal çözüm ihtiyacının her zamankinden daha yakıcı olduğunu görür.
“10 Mart Mutabakatı”nın askıda kalması, bu ihtiyacın ortadan kalktığını değil, daha derin ve kapsayıcı bir siyasal çerçeveye ihtiyaç olduğunu gösterir. Nitekim, Ankara Şam’ın tepesine zebellah gibi dikilmedikçe, Kürtlerin özyönetim ve özsavunma ihtiyacı ve Şam’ın ülkenin tamamını sevk ve idare sorumluluğu arasında dengeleyici çözümlere yaklaşıldığını biliyoruz. Bir yıl boyunca hepsi aşağı yukarı benzer kapsamdaki uygulama formüllerinin, Ankara’dan gelen heyetlerin ziyareti sonrasında masadan kaldırılmasının mekaniğini kavramak zor olmasa gerek.
Dolayısıyla 2026’nın ilk gününde akıl sahiplerinin varması kaçınılmaz yargı şudur: “10 Mart Mutabakatının uygulanmaması” ne esas ne usul açısından Ankara için bir “operasyon gerekçesi” oluşturabilir. Mevcut tıkanıklık, mevcut yaklaşımın sınırlarına varıldığının kanıtıdır.
Muhalefet, bu sınırları ifşa eden; korku yerine aklı, ajitasyon yerine açıklamayı koyan bir dil kurabilir ve ülkeye yayacak güçte bir fikir ve eylem birliğine ulaşabilirse, hem Kürt Sorununun bölgesel tezahürleri karşısında yeni bölgesel çatışma heveslerine eşlik eden militarist söylemi etkisizleştirebilir hem Türkiye’de demokrasi ve barış talebini yeniden merkezileştirecek bir halk blokunun zeminini kurabilir.
“Suriye’ye sefer eyleyelim” şerrinden doğacak hayır, ülkenin önünde bu ortak ufkun açılması olacaktır.









