Bir süredir toplumda barış umutlarını ortaya çıkaran yeni bir süreç yaşıyoruz. Bu süreç Devlet Bahçeli’nin Meclis’te yaptığı bir konuşma sonrasında içi fazla doldurulmadan kamuoyuna sunuldu. Bugüne kadar da devletin aslen ne yapmak istediğini tam olarak hiç kimse anlamadı. Çatışmanın diğer tarafı olan PKK’nin kurucusu Abdullah Öcalan yaptığı açıklamayla artık Kürt hareketinin mücadeleyi yeni bir yöne çevirdiğini ve silahlı mücadeleyi durduracağını açıkladı. PKK Eşbaşkanlık Konseyi de kongresini toplayarak Abdullah Öcalan’ın bu çağrısına uyacaklarını dile getirdiler. Bu tabii ki son derece önemli bir karardı. Artık dünyanın geldiği bu süreçte insanların insansız hava araçlarıyla vurulduğu, aslında silahlı çatışmaların şekil değiştirdiği, insanların telefonlarla vurulduğu, silah ticaretinin, silah tekniğinin son derece başka bir yere evrildiği bir sürecin içinde bence bir insan hakları savunucusu olarak mücadelenin sivil siyaset üzerinden yürütülmesine karar verilmesi son derece önemliydi. Zaten insan hakları savunucuları olarak bizler yıllardır silahsız bir çözümü savunduk. O nedenle bugün silahlı mücadelenin sona erdirilmiş olması kararı coğrafyamızda çok önemli bir karar olarak değerlendirildi.
Tabii ki Kürdistan 4 ayrı ülke içinde yer alan toprak parçalarını oluşturuyor. Her parçada olan gelişme diğer parçayı etkiliyor. Bugün de yaşadığımız coğrafyada devlet eliyle bir yeni sürecinin başlatılıyor olmasında da Rojava’daki gelişmelerin en büyük etken olduğunu sanırım hepimiz biliyoruz. Nedeni ne olursa olsun yeni bir barış sürecinin başlaması önemlidir. Peki bu süreçte siyasal irade ne yapacak? Türkiye Cumhuriyeti devleti, defalarca dile getirdiğimiz gibi birçok uluslararası sözleşmenin tarafı ve Anayasasının 90. maddesi ile uluslararası hukuku iç hukukunun üzerinde kabul etmiş, ancak değil imzalarına sadık kalmak, kendi iç hukukuna bile uygun davranmıyor. Türkiye Cumhuriyeti devleti yargısı en yüksek mahkeme olan Anayasa Mahkemesi’nin kararlarını dahi uygulamıyor. Böyle bir süreçte biz önümüzü nasıl göreceğiz, bu sürece nasıl güven duyacağız?
Özellikle cezaevinde kalan siyasi mahpuslar ve hasta mahpuslar açısından yeni bir yargı sürecinin başlayacağı dile getirildi. Ancak maalesef ki geçtiğimiz hafta yasalaşan yeni kanunla, beklentilerin hiçbir şekilde karşılanmadığını gördük. Oysa cezaevlerinde her şeyden önce İHD verilerine göre 1412 hasta mahpus var ve bu sayı sadece İHD’ye ulaşanlar. Özellikle adli mahpuslardan hak arama bilinci fazla gelişmediği için hiçbir kuruma başvuru yapmayan ama ölümcül derecede hasta birçok mahpusun da olduğunu bilmekteyiz. Hatta bazı siyasi mahpusların hükümlü olmaları ve vasilerine ulaşılamıyor olması nedeniyle birçok siyasi mahpustan da belki bilgimiz yok. O nedenle bu sayı aslında İHD’nin ulaşabildiği hasta mahpusların sayısı ve bunların bir bölümü son derece ağır hasta.
Yeni yasayla daha önce yasal zorunluluk olmayan Adli Tıp adeta bir zorunluluk haline getirildi. Adli Tıp’ın işkence ve hastalık durumlarını belgeleyen tek kurum olmasına sürekli itiraz ettik çünkü Adli Tıp bir resmi bilirkişi kurumu. Siyasal iradeye bütünüyle bağlı bir kurum. O nedenle de hasta mahpusların durumlarını yeterince raporlamıyor. Kaldı ki Adli Tıp rapor verse bile maalesef ki getirilmiş olan cezaevlerinde oluşturulan gözlem kurulları maalesef ki “topluma zararlı” raporu vererek, görüşü belirterek Adli Tıp raporlarını bile hiçe sayabiliyor. O nedenle yeni yasa, hiçbir yenilik getirmedi. Aslında hasta mahpusların bırakılması için yeni bir yasaya dahi gerek yok. Zaten hükümlü olan hasta mahpuslar Adli Tıp’ın belgelemesi durumunda cezaları ertelenerek cezaevinden çıkabilirler. Tutuklu olan hasta mahpuslar ise yine raporla mahkeme kararıyla serbest bırakılabilirler. Bu uygulanmak istense son derece kolay bir yol.
Yeni yasayla sadece mükerrer suç yani defalarca suç işlemiş olan kişilerin infaz durumları değiştirilerek bu kişiler serbest bırakıldılar. Yani sadece birden çok suç işlemiş olan adli mahpuslar bırakıldı. Hasta mahpuslar için ise gerçek anlamda ve doyurucu bir sonuç ortaya çıkaracak tahliyeler maalesef ki başlamadı. İnsan hakları savunucuları olarak bu tahliyelerin bir an önce gerçekleşmesini bekliyoruz.
Türkiye Cumhuriyeti devletini yönetenler defalarca yargı paketleri açıkladılar. Geçtiğimiz gün 2019’da açıklanan Yargı Reform Paketi’ne baktığımızda ifade ve örgütlenme özgürlüğünün sonuna kadar destekleneceği, tutuklamanın bir istisna olacağı, tutuksuz yargılamanın asıl olacağı en başa çıkarılmıştır, ancak bugün yaşadığımız tam tersidir. İnsan hakları savunucuları olarak bundan 10 yıl önceye kadar her gün günde birkaç tane sokakta basın açıklaması yaparken bugün, insan hakları savunucularının bile sokakta basın açıklaması yapmasına izin verilmiyor. Dünyada en meşru kabul edilen bir sivil itaatsizlik eylemi olan Cumartesi Anneleri 1 yıl boyunca gözaltına alındıktan sonra 10 kişiyle sınırlı olarak eylemlerini gerçekleştirebiliyorlar. İfade ve örgütlenme özgürlüğü hiç olmadığı kadar baskı altında ve tutuklama kararlarının bu kadar fütursuzca verildiği başka bir süreç hatırlamıyorum. O zaman ne oldu bu yargı paketlerine? Neden içerikleri hayata geçirilmiyor? İnsan hakları savunucuları olarak barış süreçlerini her zaman destekledik, ancak bu süreçlerde devletin atması gereken adımların ne kadar önemli olduğu ve bu sürece inancı ne kadar pekiştireceği de ortada, bizi inandırın.