3-4 Aralık 2019’da Londra’da yapılacak NATO Zirvesi’ne hazırlık için 23 Kasım 2019’da Brüksel’de NATO üyesi ülkeler Dış İşleri Bakanları toplantısı yapıldı. Bu toplantıda zirvenin gündemini oluşturacak sorunlar ve esas olarak ta Fransız Cumhurbaşkanı Macron’un, ABD ve Türkiye’nin Suriye politikasındaki tavırlarını gerekçe göstererek “NATO beyin ölümünde” sözleri ve Rusya ile yeniden stratejik bir diyalog başlatılması önerisi tartışıldı. Macron’un görüşlerini açıklayan Fransız Dışişleri Bakanı Le Drian, Fransa’nın NATO için “yeni değerler, hedefler ve araçlar” konulu reform önerilerini gündeme getirdi.
Fransa’nın bu tutumu zirvede Türkiye politikalarının masaya yatırılmasını sağlayacak kadar önemli. Çünkü Suriye’de YPG’ye karşı mücadelesinde destek vermediği için NATO’nun Baltık ülkeleri ve Polonya ile ilgili savunma planlarına Türkiye’nin imza vermemesi ve bunu pazarlık konusu yapması başlı başına bir sorun oluşturuyor. Ayrıca Türkiye’nin Rusya’dan aldığı S-400 füze sisteminin ilk kez bu zirvede konuşulacak olmasının başka bir önemi var. Trump’ın Türkiye ile uzlaşma çabalarına karşın NATO’nun diğer üyeleri Türkiye’nin Rusya ile ilişkilerini, IŞİD ve Suriye politikalarını sorgulama çabasını sürdürüyor.
Türkiye stratejik konumu nedeniyle Soğuk Savaş koşullarında NATO’ya alındı ve Sovyetler Birliği’ne karşı ileri bir karakol olarak kullanıldı. Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’nın yıkılmasından sonra da, yenidünya düzeni konjonktürüne uygun olarak Balkanlar’dan Kafkaslara, Doğu Akdeniz’den Kuzey Afrika’ya, Ortadoğu’dan Orta Asya’ya kadar olan bölgenin kilit ülkesi haline geldi. NATO’nun “genişleme ve alan dışı müdahalelere yönelme” sürecinde NATO içinde ABD’den sonra en fazla asker besleyen ve bölgedeki askeri ve stratejik konumuyla etkili bir güç olan Türkiye’ye önemli roller verildi. Uzun yıllar iç ve dış politikaları ABD ve NATO tarafından belirlenen Türkiye’de son yıllarda Ortadoğu’da önemli bir aktör haline gelen Rusya’da etkili olmaya başladı.
Soğuk Savaş döneminin sona ermesinden sonra “komünizm karşıtı” anlayışı terk ederek, küresel hegemonya ve Avrupa güvenliği garantörlüğünü üstlenen NATO, 1999’dan itibaren genişleme ve alan dışı faaliyetlere yöneldi. Süreç içerisinde Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Polonya, Bulgaristan, Estonya, Letonya, Romanya, Litvanya, Slovenya, Slovakya, Hırvatistan ve Arnavutluk’u üyeliğe alarak Rusya’yı çevreleme politikası gerçekleştirdi. Buna karşı Rusya, Putin’in ortaya koyduğu “Yakın Çevre Doktrini” ile kendi sınır güvenliğini korumayı hedefledi. Aynı zamanda “Rusya 2010 Askeri Doktrini”ni açıklayan Rusya, ABD ve NATO’yu dış tehdit olarak niteleyerek yeni bir emperyalist güç olarak kendi küresel politikalarını oluşturdu.
NATO’nun ve ABD’nin Rusya ile ilişkileri bu ve sonraki zirvelerin gündem maddesi olmayı sürdürecek. Putin’in iktidara gelmesinden itibaren NATO ve dolayısıyla ABD-Rusya arasında soğuk savaş dönemine benzer bir rekabetin sürmesi ve ilişkilerin giderek gerginleşmesi bunu zorunlu kılıyor. Eski Sovyetler Birliği nüfuz alanında başlayan rekabet giderek küresel düzeyde Rusya’nın emperyal faaliyetlerinin ana ekseni olmaya başladı. Ekonomik ve teknolojik gelişim potansiyelleri bakımından dünyanın süper güçleri sıralamasında 12.sırada olmasına karşın Rusya, nükleerde ve balistik füze sistemlerinde ABD’den sonra dünyanın ikinci süper gücünü oluşturuyor. Askeri doktrini nükleer silahlarının ağırlığına bağlayan Sovyetler Birliği dönemindeki anlayışı devralan Rusya, jeopolitik ve jeostratejik konumu bakımından NATO için tehdit algısı yaratıyor. Başka bir ifadeyle NATO, kendi varlığını ve devamını Rusya politikaları üzerinden sağlamayı sürdürüyor.
Gelinen aşamada Soğuk Savaş gibi bir durumdan söz etmek mümkün olmasa da Rusya ile ABD arasında giderek gerginleşen ilişkilerin yeni bir nükleer ve süpersonik silahlanma yarışı başlattığını söyleyebiliriz. Rusya’nın askeri doktrininde nükleer silahlarının ağırlığının artması, konvansiyonel silahlarının Batı’nın elindekiler karşısında teknolojik olarak daha geride kalmasından kaynaklanıyor. Rusya ve Çin’in yeni konvansiyonel uzun menzilli füze sistemleri geliştirmesi küresel tehdit ve caydırıcılık dengelerini değiştirirken, küresel düzeyde ABD, Rusya ve Çin arasındaki emperyalist çıkarlara dayalı güç yarışı giderek daha keskin biçimlere dönüşme eğilimi taşıyor.