Nazım’ın bir iki kez kaybolduğunu fark etmiştik. Daha sonra çektiği fotoğraf ve görüntülerden anladık ki Nazım boşaltılan Etmanek köyüne yani Kobanî sınırının sıfır noktasına kadar bir şekilde girmiş ve oradan görüntü almıştı. Deniz arkadaşımın yanında, kendisini tehlikeye atıyor diye Nazım’a kızmıştım. O ise bizi ikna etmeye çalışıyordu
Kenan Kırkaya
Önceki zaman diliminde birlikte sonsuzluğa yol alacaktık ama o bir başka zamanda, başka bir mekânda bensiz gitti. Daha bir eksildim Nazım’sız, tıpkı daha önce yitirdiklerimle parça parça eksildiğim gibi. Şimdi içimdeki boşluğun ağırlığı çürütüyor yüreğimi. Bu topraklarda Kürde acısını yaşamak bile lüks, buna zaman da yok, o yüzden şimdi yitip gidenlere layık olma zamanı!
Nazım’la 2014 Ekim’inde Kobanî sınırında tanışmıştım. O DİHA’nın Urfa Büro muhabiriydi, bense DİHA’nın Ankara Büro sorumlusuydum. KCK basın davasından kısa süre önce tahliye olmuş ve IŞİD’in yarattığı dehşete daha fazla seyirci kalamayarak diğer pek çok gazeteci arkadaşım gibi Kobanî’ye yönelik başlayan saldırılar nedeniyle soluğu Kobanî sınırında almıştım. 15-20 gün gibi kısa bir süre kaldım sınırda, kısa zamanda büyülenmiştim atmosferden ve yaşananlardan. Binlerce gencin, kadının, annenin, anne kucağında direnişe katılan sabinin, bastonuyla sınır boyunca durup dinlenmeden gençleşen dedenin, tel örgüleri ve yapay sınırları aşarak ölümün üzerine yürüyen yiğit gençlerin nefesiyle, sesiyle, soluğuyla bir ülke yaratılıyordu, gerçek üstü bir dünya resmediliyordu. İnsanların karanlığa meydan okudukları nadir tarihi dönemlerden birini yaşama şerefine erişmiştim. Gerçek olamayacak kadar büyüleyiciydi her şey ama fantastik olamayacak kadar ele, göze, yüreğe geliyordu. Tarihin hiçbir döneminde yaşanmamış ruhani bir dalgalanma yaşanıyordu sınır boyunca. Gördüğüm manzara karşısında “insanlar mücadeleye karşı iman tazeliyor” sözleri dökülmüştü dudaklarımdan.
Mevsim son bahardı, Suruç kırmızı toprağın rengine bürünmüştü. Her adımda un ufak toprak göğe yükseliyordu, her adımda memleketin kırmızı toprağında direniş filizleniyordu, insan yeşeriyordu dikenli tellerin dibinde. Oysa korkuya inat yeşeren umuttu, dirençti, öfkeydi ama aynı zamanda binlerce kaygı ve yorgun yürek için evlatlarının karanlık karşısındaki direnişine duyulan gönençti. Boydan boya kilometrelerce onur serilmişti sınır boyuna. Öyle rahat bir ortam da yoktu, binlerce insan toz toprak içinde kollukla cebelleşiyordu, gaz yiyor, tazyikli suya maruz kalıyor, saldırıya uğruyor ama yılmıyordu. Karadeniz’den Ege’ye, oradan Kürdistan’a kadar duyarlı binlerce insan tek yürek olup komünler kuruyor, Fransız ihtilali ve Ekim devrimiyle boy ölçüşecek nitelikte bir dayanışma sergiliyordu. Bu direnişteki neslin tamamı Küba’nın, Vietnam’ın, Angola’nın devrim tarihine hayranlık duyarak büyümüştü, ütopyalar kurmuş, devrim hayalleri büyütmüştü ve Kobanî direnişinin bir parçası olarak insanlığın görüp görebileceği en büyük karanlığın en katran ve akışkan tonuna karşı yeni bir direniş tarihi yazıyordu.
Sınır hattındaki bütün köylerde hem nöbetleri izliyor hem de sınır boyunca yaşananları resmetmeye, kayıt altına almaya çalışıyorduk. Nazım her zamanki gibi en öndeydi. En cesur olanımızdı. An be an, ruhları çekilmiş, zombiye dönüşmüş Ak Gezenler gibi gittikleri her yere ölüm götüren IŞİD barbarlarının sınır boyunca ilerleyişini çıplak gözle görüyorduk. Dünya kendisini kasıp kavuracak bu karanlığı adeta ruhu çekilmiş, olan biteni kabullenmiş gibi izliyordu. Hatta IŞİD bölgesel ve küresel güçlerden ciddi bir destek alıyordu. Nazım bu tarihi anları, IŞİD ile sınırdaki al gülüm ver gülüm alışverişi belgelemişti. Kentler düşüyor, IŞİD her yeri kasıp kavuruyordu. Musul IŞİD’e teslim edildiğinde büyük bir karanlığın Ortadoğu’yu esir almaya yöneleceğini tahmin etmiştik. Koca devletler yıkılırken, rejimler yerle bir olurken, dünya olan biteni adeta teslimiyet içerisinde kabullenirken, karşı koyanlar da vardı, kabullenmeyenler, kendi topraklarına ve yaşamlarına karşı yönelen bu tehdide karşı direnenler de. İşte Kobanî o direnişin sembolüydü. Binler ve hatta milyonlar dünya tarihinde ilk defa görülecek berraklıkta manevi yeni bir birlikteliğe kol kanat geriyordu. Ve milyonlar adeta fizikötesi bir güç tarafından kendilerine daha önceden haber verilmiş gibi adeta IŞİD’in Kobanî’de durdurulacağını hissetmiş, yönünü de yüzünü de Kobanî’ye çevirmişti.
Tehlike büyüktü, mücadeleye duyulan inanç sarsılmaz olsa da IŞİD’in yarattığı dehşet insan yüreğinin kaldıramayacağı nitelikteydi. Yaşananları vahşet ve dehşet gibi kavramlar tanımlamaya yetmiyordu ama korku ortalığı kasıp kavuruyordu, sadece korkuyu korkutan bir avuç idealist, halayla, zılgıtla, çıplak yüreğiyle direniyordu. Birileri buna gülüp geçmişti, alay edenler vardı, “rejimleri devirenler karşısında bu baldırı çıplaklar mı direnecek” diyorlardı ağızları kulaklarında. Ellerini ovuşturuyorlar, “Kobanî düştü düşüyor” diye geri sayım başlatıyorlardı. Sahadaki gelişmeler de onları doğruluyordu ne yazık ki. Nazım ve daha pek çok gazeteci arkadaşla Ekim’in ortalarına doğru zamanımızın çoğunu Kobanî’nin hemen karşısında bulunan ve Kobanî’yi çıplak gözle görmemizi sağlayan Etmanek köyündeydik. IŞİD yukarıdan Miştenur tepesinden, doğudan Kaniya Kurdan’dan çok ağır saldırılar başlatmıştı Kobanî’ye yönelik. Nazımla 3 gün 3 gece uyuyamadığımızı hatırlıyorum. 2 adet tulumu 4-5 gazeteci arkadaş dönüşümlü paylaşıyorduk. Açlık kimsenin umurunda değildi. Tepki yükseliyordu, bir an bile gözlerini Kobanî’den ayırmayan binlerce insanın çoğu Etmanek’e yönelmişti. Saldırılar boyunca Etmanek tepesinde konumlanan, askerleri mevziye yatırarak “namlular Suriye’ye çevrildi” diye mizansen haber yapan kimi kanallar “Kobanî’de IŞİD bayrağı dalgalanmaya başladı” diye sevinçle son dakika haberleri geçmeye başlamıştı. Halkın tepkisi “Kobanî düşüyor sevincini” paylaşan gazetelere yönelmişti. Yine o tepkinin karşısında ilk olarak Nazım durmuş ve “yalan haber yapsalar da basına karışmayın” diye insanları sakinleştirmeye çalışıyordu. Kobanî’nin doğu savunmasında kritik önemde olan Kanîya Kurda düşmüştü. O dönemde en az iki kez IŞİD’in attığı havanlar Nazım’la haber yazdığımız evlerin dibine düşmüştü, saldırıların birinde ölü ve yaralılar vardı. Ama işte biz kurtulmuştuk. Bunun üzerine Jandarma ilk olarak ve güvenlik gerekçesiyle Etmanek köyünü boşaltmıştı. Ama IŞİD’in sınırı geçip Türkiye tarafından Kobanî’ye saldırdığını görebiliyorduk.
Biz Suruç’a doğru daha içerideki köylere itilmiştik. Ajanstan bize “dikkatli olun” uyarısı yapılmıştı. Hepimiz birbirimize karşı sorumluluk hissediyorduk. Nazım’ın bir iki kez kaybolduğunu fark etmiştik. Daha sonra çektiği fotoğraf ve görüntülerden anladık ki Nazım boşaltılan Etmanek köyüne yani Kobanî sınırının sıfır noktasına kadar bir şekilde girmiş ve oradan görüntü almıştı. Deniz arkadaşımın yanında, kendisini tehlikeye atıyor diye Nazım’a kızmıştım. O ise bizi ikna etmeye çalışıyordu, gerçeğe ulaşmanın tehlikeleri göze almakla mümkün olacağı konusunda. O gün korumaya çalıştığımız Nazım ve onunla birlikte çalışan Cihan, geçtiğimiz günlerde o çok sevdiği Kobanî kırsalında haber takip ederken Türkiye SİHA’larıyla katledildi. Bir yanım koruyamadın arkadaşını diye isyan ederken, bir yanım da geride durmanın korunmak değil korkmak olduğunu sayıklıyor günlerdir. Hem bir insan nasıl korunabilir ki? Nerede karanlık varsa orada meşale taşıyanlar olacak, Işık Bahçeleri yaratılacak, yaşam onurlandırılacak. Sevdiklerimizi korumak karanlığa karşı meşaleleri çoğaltmaktan geçiyor. Güle güle sevdiğim arkadaşım. Güle güle hakikat aşığı cesur gazeteci.
Ayrıca işimizi yaptığımız için sabah akşam “sizin de sonunuz onlar gibi olacak” diye tehdit edenlere hatırlatalım bari; Bu söylediğiniz zerre korkutmuyor bizi. Aksinden korkarız, onların yolundan ayrılmaktan ar ederiz. Nazım’ın, Nagehan’ın, Apê Musa’nın yolunda gitmek onurdur bizim için.