‘Beden ölür tanıklık ölmez’ Nazım. Taybet ananın haberini sen yapmışsın, ben de sesini dünyaya duyurmak için mektup yazdım! Birimizin başladığı haberi diğerinin bitirmek zorunda kaldığı bir gelenek bizimki…
Reyhan Hacıoğlu
Acılar bizi erken olgunlaştırıyor değil mi? Aradan geçen bir yılda biraz daha “büyüdüm” mesela. “Genç başladık, genç bitireceğiz” diyenin inancı, sanırım en çok da buna. Zira en genç yola düşen yoldaşımızın bile omuzlarında bir halkın varlık yokluk mücadelesi var/dı. Yıllar önce; “Nasılsın?” soruna; İyiyim dediğimde, “Elbette iyi olacaksın, sizler bir ulusun var olma mücadelesinin seslerisiniz” demişti, birçok sevdiğim. Evet, iyi olmak zorundaydık! İşte bugün de o günlerden biri…
Anneni ve babanı gördüm birkaç ay önce, en az senin kadar uzun boylulardı. Annen, ki üzül diye değil ama hüznün çökmüştü omuzlarına. Baban daha metanetli ve “Mutlaka kazanacağımızdan” bahsediyordu. Kuşkusuz kazanacağız Nazım! Ülkemizi bizim için vazgeçilmez kılan, sadece taşı toprağı değil elbette yaşayamadığımız çocukluğumuz, eksik kalan gençliğimiz ve elbette uğruna verdiğimiz sevdiklerimizdir. O yüzden kutsal olduğu kadar da anlamlı ve değerli.
Bugünlerde herkes halkımız adına konuşurken, verilen bedeller üzerinden, sanırım sizleri kastediyorlar. “Naif” dönüşler yapıyorlar sağ olsunlar, sonradan(!).
Bu kadar bedel vermiş bir mücadelede, o bedeller neye inanarak verildi diye durup düşüneni yok ama. Hatırlarsın, bir ara ünlü bir dergi YPJ’lileri manşet yapmıştı güzellikleri ve kıyafetleriyle. Sonra başka bir moda devi o kıyafetlerinin benzerini yapmıştı ve “yok satmıştı” kıyafetler. Kimse de o gencecik kadınların canları pahasına dünyanın en barbar örgütüne karşı direnme cesaretini nereden aldığını merak etmemişti.
Elbette hepimizin amacı öncelikle tarihi çalınan, kültürü yok edilen, soykırıma uğratılan halkımıza tarihini, kültürünü ve anlamını kazandırmak ama dünyanın herhangi bir yerinde daha iyi bir dünya için mücadele eden bir sosyalistten azı değil hiç kimsenin duygusu ve düşüncesi.
Ama herkes en iyi sosyalist benim ve siz ne anlarsınız yarışına girmiş gibi. Yıllardır sandıklarda saklanan kavramlar havada uçuyor, ezberlerin tozları bir bir alınıyor. Meğer ülkede harbi harbi baya sosyalizm bilen varmış… Elbette verilen bedelleri göz ardı etme, değersizleştirme haddi ve hakkını kendimde görmem!
Darağaçlarında halkların kardeşliğine inan da, halkların kurtuluşunu bir gören de, ülkemizin sömürgeliğini ortaya koyan da hala ve hep öncü devrimcilerden. Ki sanırım zaten olay o da değil, zira direnen özne zaten kendisini onların takipçisi olarak tanımlıyor ama asıl mesele onun kabul edilmeyişi (!)
İnsanı hayrete düşüren o devrimci nitelikten bu çoraklığa savrulmuş olmak. Sercan (Üstündaş) ve Oğuz’un (Yüzgeç) röportajı ne güzeldi değil mi? Halkların ortak kaderine inanan iki devrimcinin işkence merkezinden özgür topraklara gidişi, yaşadıkları, söyledikleri, inandıkları… Demek ki eylem olmayınca söz havanda su dövmekten ötesi değil.
Hani “Somut koşullar, somut tahliller” ya da praksis falan da var ya Marksizm’de, buradan bile bakılsa hem manifestodaki eleştiriler anlaşılır hem de sosyalizme yapılan katkılar görülür. Türkiyeli bir devrimcinin babası, oğlu hayatını kaybettikten sonra Rojava’ya geçtiğinde Kürtlerin başarısının; koşulları değerlendirme, kendilerini güncel kılma becerilerinde olduğunu söylemişti: “Biz olsak burada örgütlenmek için önce fabrika arardık. Ama Kürtler öyle değil, en olmadık yerde en olmadık fırsatları yaratıyorlar.” Haklıydı, ki sadece eleştirmek için de demiyorum HERKESİ de bu eleştirilerin içinde gören biri olarak, bugün Türkiye’de bir sınıf öncülüğü ve devrimi diyeceksek mesela hangi sınıf?
Türkiye’de en az Kürt halkı kadar onuru alınmış, fabrikalara hapsedilmiş, banka kredileri ile elleri bağlanmış, çocukları aç okula giden, ailesini göremeyen, emeğine yabancılaşan, insani yaşam koşulları olmayan, sarı sendikaların milliyetçi duygularla zehirlediği, “devrimci sendikaların” patronlarla grevlerini kırdığı, yasalarla eylem yapamaz hale getirilen, eylem yapanların işten çıkarıldığı ve buna karşı dahi bir dayanışma sergileyemediğimiz bir sınıf mı!
Bugün sınıfla açılan mesafeye bakıldığında klavye sözcülüğünün bir anlamı olmadığı da net ortaya çıkacaktır. Ve en önce hesap sorulacaksa sınıf dönüp bizden, hepimizden ve en çok da SİZDEN hesap sormalı; “Nedeydiniz sosyalistler?” diye. Kaldı ki ne yazık ki dünya sınıf mücadelesi de bugün birçok noktada bundan farksız değil. Üretimden gelen gücünü büyük grevlerde kullansa da bu toplumsal bir öncülük ve inşaya dönüşmüyor ne yazık ki. Haliyle, hayalimizdeki sosyalizmin koşullarının değiştiğini görmemiz gerek. Ve her türlü iktidarın benzeşme riski taşıdığını, artık yeni bir şeyler söylenmesi gerektiğini de anlamak.
Yıllar önce ailemin yaşadığı işçi kentinde iş ararken, fabrikalar bölgesi denilen yere geldiğimde bir ara durup boş alanı izlemiştim. Arkadaşım ne olduğunu sorduğunda; Düşünsene 1 Mayıs’ta ne güzel oluyordur burası, şu fabrikalardan akın akın insanların alana geldiğini hayal etsene. Bu hayalimden yaklaşık 6 ay sonra 10 kişilik basın açıklamasını meydanda okurken anladım o sınıf ayrı, biz ayrı bir “sınıfız” diye.
Diğer hayal kırıklığım ise bulduğum kafe işinde işçilerin sarı sendika patronu şahsın elini öpmek için sıraya girdiği görüntüydü. Sınıf kiniyse iliklerime kadar hissettiğim andı ve elimdeki çayı yöneticinin yüzüne dökmediğim için hala pişmanım.
Sonradan aynı şehirde HDP’nin ilçe binası yakıldı ve yakmaya gidenlerden biri de ailemin alt kat komşusuydu. Kendisini ancak vardiya dönüşlerinde görebildiğimiz abi(!) İşte o gün de “öncülere” öfkem arttı. Bu da Kürt hareketinin “utancı” ve “beceriksizliği” olmasa gerekti.
Mevzu örgütlenmek, birlikte yürümekse buradan başlamak lazım değil mi? Hani sınıf mücadelesi ulusal mücadelelerle yol yürürdü ya. Ve belki de 68 öncülerinin devrimini başarsaydık Kürt halkı da bu kadar bedel ödemezdi. Demokratik bir Türkiye, Özgür bir Kürdistan olmaz mıydı?
Kolay olan Öcalan’ı eleştirmek, ki eleştirilsin de, fikirlerini kendisinin de kutsal gördüğünü düşünmüyorum zira bu topraklarda kendini en sık ve güncel koşullara göre yenileyen insanların başında geliyor. Ama keşke hep birlikte önce serbest bırakılması için mücadele etsek, sonrasında karşısına geçip sorsak kafamızdakileri, çelişkileri, eleştirileri. Niyet bu ise tabi.
İnsan yazıları okuyunca şöyle bir ruha da bürünüyor. Okulda Siyaset Bilimi dersinde başka bir üniversiteden gelen bir öğrenci söze Marks diye biri varmış diye başlayınca arka sıralardan bir faşist “Oooo” diye bir şaşkınlık ifadesi göstermişti. Arkadaşımla göz göze gelmiş, işimizin ne kadar zor olduğunu anlamıştık. Yani demem o ki ülkede “kafası çalışıyorsa tabi” asgari bir faşistin bile bildiği teorileri yıllardır bunun için kavga etmiş insanlara tekrar anlatmak bir hayli garip! Yoksa “Oooo ooo” yani.
Elbette pratikler, vazgeçişler, güncellemeler, gidenler gelenler her harekette geçerli ve Kürt hareketi de vazgeçtiklerini, güncellediklerini açıkça ortaya koyan bir hareket. Bu arayış sadece onlara da özgü değil ayrıca, yani devlet olmadan dünyayı değiştirmek arayışı. Yıllardır birçok hareket, topluluk devletsiz yaşam biçimleri arayışında. Kürt hareketinin en önemli farkı bunu Ortadoğu gibi bir cehennemde yapmaya çalışması ve başarması da. Dünyada kadınların bu kadar yok sayıldığı bir alanda (Marksizm’de de kadının sadece emek öznesi olarak görülmesi) kadın devrimi, kadın öncülüğü ve kadın iradesinin bu kadar güçlü olması dünyanın başka hiçbir hareketinde yok. Yani en azından Ortadoğu gibi dinlerin, güçlerin ve “erkeklerin” hâkim olduğu bir alanda hiçbir şekilde denemesi bile söz konusu değil. Yine yanı başımızda yüz yıllardır süren bir rejime karşı kadınların “Jin Jiyan Azadî” isyanı. Kürt hareketi sadece teorik bir söylem değil, bugün etkileri dünyanın her yerine ışık olan, umut olan bir pratik de aynı zamanda. Haliyle böylesi bir gücün teorisini de beğensek de beğenmesek de incelenmeye değer.
Kaldı ki bu konun da çok abartıldığını düşünüyorum. Her yazıya cevap olmak arayışı açıkçası çocukça ya da “biz de” sosyalistiz demeye gerek yok. Işığına ve sözüne güvenen yoluna devam eder. Odaklanılması gereken bin yıllık bir inkârdan bir kabule dönüşen bir süreç, bunca acıya rağmen halkın İmralı tutsaklarına gösterdiği sevgi, bağlılık, çocuklarını kaybetmiş bir halkın barış ısrarı ve ağır tecride rağmen bir insanın hala ve inatla dünyayı değiştirme umudu, inancı ve teorileri. Eksik yoldaşlık, bir halka bu kadar kaybettirmişken, bu sürece sahiplenici yaklaşıp çalışmak gerekirken bu kadar buraya takılıp kalmak neden? Elbette her yazı kötü niyetli değil ve katkı sunanı da var, ciddiye almamak ise ukalalık olur en başta bu mücadelenin böyle bir tarzı yok. Görmek, anlamak, anlam biçmek ve öğrenmek de lazım herkesten. Ama olumsuz olana takılıp kalınca asıl görevler geriye düşüyor.
Hiç kimse beğenmese ne çıkar, mesele ortaya çıkacak pratiğe bağlı değil mi? Bir Dağ Dervişi; “Eğer başarırsak Türkiye toplumu bakıp Kürdistan devrimcileri bedel verdi ama sınıfsız, politik ahlaki bir toplum kurmayı da başardı diyecekler” demişti… Bu sadece bir söz değil, kalanlara bir sorumluluk da.
Elbette ayakları oturması gereken kavramlar, teorileri var, olmalı da. Bunlar zamanla katkı ve pratiklerle aşılır. Gramsci ve Roza’yı öncü kılan da Marksizm’in ayaklarını toprağa basmasını sağlamaları değil mi? İşte manifestoyu anlamak da böylesi katkılarla olur. Denemek ve göstermek. Devrimcilik ne söylediğiniz kadar ne yaptığınızdır da. Yanılabiliriz de ama en azından kötüsünden çok daha iyisiyle yanılmış oluruz… Halkların kader birliği, sınıfsız bir toplumun inşası, ulusların geleceği ancak biz başarırsak değişir.
Kaldı ki devlet yanıltıyor da olabilir ama yanılmamak için çabalamak lazım. Ve bunun için herkese ihtiyaç var. Çünkü her ne kadar birbirimizi incitsek de halkların kurtuluşu ortak bir mücadele ile olacak. Devlet denilen canavar yani içinde merkeziyetçiliği barındıran her güç, demokrasiyi kendiliğinden kabul etmez. Zorlayıcı mekanizmalara, toplumsal bir baskıya ve devrimci bir öncülüğe ihtiyaç var.
Ve temelinde devlete değil öz güce güvenmek lazım. “Uluslararası Barış ve Demokratik Toplum” konferansında söylenen güzel sözlerdendi; “En büyük müzakereyi halkınızla yapın.”, “Özgür Basın’ınız, özgür yargınız ve umudunuz olsun, inanın başarmaya yakınsınız” söylemleri.
Evet Nazım, Özgür Basın’ınız olsun diyorlardı tam olarak. Yani sizlerin canlarıyla var ettiği bu geleneği kastediyorlardı yoldaşım! Bu halk, er ya da geç özgürlüğüne kavuşacak çünkü en güzel çocuklarını verdi bunun için. Direnen diyor ya; amacımız size tarihinizi vermek!
“Beden ölür tanıklık ölmez” Nazım. Taybet ananın haberini sen yapmışsın, ben de sesini dünyaya duyurmak için mektup yazdım! Birimizin başladığı haberi diğerinin bitirmek zorunda kaldığı bir gelenek bizimki…
Cihan, “Özgür günleri görecek arkadaşlar ne şanslı” diyordu bir videosunda. Ve düşün ne kadar yakındınız belki de. Bizler görür müyüz bilmem ama onun için mücadele etmemiz gerektiği, emek vermemiz gerektiği kesin. O yüzden rahat olun; “Sonu muhteşem olacak” bu romanın!
Sosyalist olmak tam da size, sizin hakikatinize yüzünü dönmektir. Ve anlamlı bir yaşamsa sizin ve sizin gibilerin yaşamı değil midir sosyalistçe yaşamak?
(Yapılan eleştiri emek vermiş, bedel vermiş ve vermeye devam eden herkesi dışında tutar. Ve elbette eleştirmek için illa ‘bedel vermiş olmak’ da gerekmez ama en azından ona da izan ve edep lazım. Daha iyisi için samimiyet ise ancak eleştirilerle olur; hakaret, küfür ve itibarsızlaştırma ile değil. Bu ise HERKES için geçerli.)









