Öcalan’ın ‘erkeği öldürmek’ çağrısı, bu toplumsal inşayı yıkmakla örtüşür. Aslında bütün bu okumalardan geldiğim yer bell hook’un; ‘Patriyarka yalnızca kadınların değil, erkeklerin de düşmanıdır,’ ifadesi oldu. Öcalan’ın çağrısı: ‘Erkeği öldürmek, kadını özgürleştirmekten önce, insanlığı özgürleştirmektir’
Jan Frédéric Cassies
Bir önceki yazımda kısmen kendimin yaşam yolculuğundan yol alırken Arion ile tanışmam, sonrasında onun hayat yolu ile ortaklaşmadan sonra Öcalan ile çakışan yolculuğuma dair kısmen bir şeyler anlatmıştım. Aslında yazmak, yazdıklarının kaydını almak gibi bir alışkanlığım yok, ben yaşamayı ve yaşadıklarımı hafızama kaydetmeyi severim. Çünkü bir şeyleri kaydetme telaşı zaman zaman o anı yaşamamızın önüne geçebiliyor ve bu şekilde birçok şeyi kaçırabiliyoruz.
Benim hayata dair en güçlü motivasyonum kendimi doğanın bir parçası olarak görmem ve onun ritmini kendimde kurma çabam oldu. Bunun için hayata ‘acele’ ile yaklaşan birisi olmadım hiç, bu durumum dışarıdan bakınca ‘tembel’ gibi de gelebilir, ancak ben hiç öyle düşünmedim. Hayat koşarak yaşanacak bir şey değildir ki; ancak Arion tam da böyle bir şey yapıyor. Ne bir yerli olabiliyor ne de sakince hayata dokunabiliyor. Hep çok gündemleri var, hep yapacak çok şeyleri var, hep koşması gerekiyor sanki. Bütün Kürtler böyle midir bilmiyorum ama bence hayatı kendi ritminde yaşamak daha değerli olabilir.
Bu arada Kürtçe’de öğrenmeye başladım. Arion’un dili Kürtçe’den daha çok, Türkçeye yatkın, benim bir şekilde Türkçe kelimeler/cümleler kurmaya başladığında her defasına kendisini; “Benimle Türkçe değil, Kürtçe konuş, zira bir zaman yasaklı/az kullanılan Kürtçe’nin öğrenilmeye daha çok ihtiyacı var” dedim. Dil öğrenmeye olan yatkınlığımda Türkçe’yi bir şekilde zaten öğrenirim, ancak benim Annemin dili olan Baskça gibi Kürtçe’de devletlerin resmi politikalarından çok şey yaşadı. Annem Fransa devletinin resmi politikalarından hareketle kendi anadili Baskça’yı konuşmadığını pek bilmezdi, ben ise çalışarak daha da geliştirdim Baskça’mı, diller bir kültürün yaşam kaynağıdır.
‘Erkeği öldürmek!’
Arion’un Öcalan anlatımları ile devam etmek isterim. Beni en çok heyecanlandıran bir diğer şeyde Öcalan’ın “erkeği öldürmek” üzerine söyledikleri oldu. Göreceli daha demokratik, ben hiç öyle olduğunu düşünmedim, mesela Fransa, dışarıdan bakınca insan hakları ülkesi ‘büyük’ bir devlet gibi görünür. Ancak bu sadece vitrinde öyledir. État-nation politikaları ile onlarca dil ve kültürün yok edilmesini sağladı. Toplumu da çok demokratik gibi görünse de özellikle siyaset ve ekonomik ilişkiler içinde her zaman erkekler görürüz. Kadınlara ise sistemin tamamlayıcısı muamelesi yapılmış. Diğer Avrupa ülkelerinde de durum çok farklı değil.
Hatta sistem karşıtı sosyalist, ekolojist, komünist ve hatta anarşist yapılar bile bu durumdan tamamen çıkamadı. Yani ‘beyaz erkek’ bu yapılarda ‘kızıl, yeşil, siyah/erkek’ ile yer değiştirmiş oldu. Bu sebepten olsa gerek “erkeği öldürmek” ifadesi bana çok çarpıcı geldi. Sonra bir şekilde çeviriler üzerinden anlamaya çalıştım, Öcalan ‘erkeği öldürmek’ ile ne demek istiyor diye. 2004 tarihinde yayınlanan “Bir Halkı Savunmak” isimli kitabında, “Kadını köle yapan tanrıya lanet olsun! Erkekliği öldürmeden özgür bir toplum kurulamaz” demiş.
Tanrının her zaman ‘beyaz’/’elit’ erkeklere çalıştığını düşünürdüm, demek ki, sadece ‘beyaz/elit’ erkeklere değil, bütün erkeklere çalışıyormuş. Bunu Ortadoğu gibi bir toplum yapısı içinde çıkmış bir bireyin söylemesinin daha çarpıcı olduğunu söylememin beni batı-merkezci yapması kaygısını da yaşamadım değil. Özgür bir toplumun nasıl kurulacağı üzerine yaşadığım iç tartışmalarıma “erkekliği öldürmeden özgür bir toplum kurulamaz,” ifadesi çok iyi gelmişti.
Devamında okuduğum; “Erkek, sınıflı toplumun, iktidarın ve devletin ilk temsilidir. Kadın üzerindeki tahakküm, toplumun genelindeki tahakküm ilişkilerinin prototipidir,” çıkarsama politik doğrultuma çok şey kattı. Şiddet üreten, egemenlik kuran, duygularını bastıran, tahakküm ilişkisi kuran erkek kimliğinden radikal kopuşu anlatıyordu bu ifade. Feminist literatürdeki “zehirli erkeklik” (toxic masculinity) kavramı ile yakınlık kursa da daha kökten/radikal bir dönüşüm çağrısı içeriyordu.
Daha önceden Fransız yazar ve feminist filozof Simone de Beauvoir’ın metinlerinde okuduğum, “kadın doğulmaz, kadın olunur,” ifadesi o zaman bana eksik gelmeye başlamıştı. Zira Simone de Beauvoir, erkekliği sorgulamaktan çok, onun kadın üzerindeki tarihsel kurulumunu çözümlemeye çalışmıştı. Judith Butler’ın; “Erkeklik ve kadınlık toplumsal olarak inşa edilir; doğuştan değil, performansla kurulur,” ifadeleri ile birlikte kafamdaki sorularım daha da netleşmeye doğru gitmişti. Butler kendi metinlerinde, cinsiyetin ve cinselliğin performatif olduğunu savunur. Bu da “erkekliğin bir kader olmadığı”, değiştirilebilir olduğu fikrini destekler.
İşte Öcalan’ın “erkeği öldürmek” çağrısı, bu toplumsal inşayı yıkmakla örtüşür. Aslında bütün bu okumalardan geldiğim yer bell hook’un; “Patriyarka yalnızca kadınların değil, erkeklerin de düşmanıdır,” ifadesi oldu. Ancak bütün düşünürlerin hiçbiri biyolojik erkekliği değil, eril egemenlik kültürünü, tahakküm üreten ataerkil sistemleri hedef aldılar. Öcalan’ın “erkeği öldürmek” çağrısı da tam olarak buna yöneliktir: “Erkeği öldürmek, kadını özgürleştirmekten önce, insanlığı özgürleştirmektir.” Bütün bu okumalar ve tartışmalardan sonra özellikle 50 yıldır Ortadoğu’da kadın özgürleşmesi için büyük adımlar atmış bu hareketin erkeklerin yaşamlarındaki yerini, yaşadıkları değişimleri görme heyecanım çok büyük.
Bu arada bir çoban olduğumu söylemiş miydim? Bunun hikayesini de bir sonraki yazımda konuşmak üzere…