Ekrem İmamoğlu’nun cumhurbaşkanı adaylığına yönelik çalışmaları, CHP’nin de İmamoğlu’nun da halkın karşı karşıya olduğu yakıcı sorunlara somut çözüm önerileri olmadığı bir kez daha gösterdi. Önceki birçok seçimde olduğu gibi CHP’nin önümüzdeki seçimde de stratejisini “toplumsal sorunlara çözüm üretmek” yerine AKP’ye ve Erdoğan’a karşıtlık üzerine kuracağı anlaşılıyor. Gerçi ülkede otokratik bir rejim inşa eden iktidardan kurtulmak küçümsenecek bir hedef değildir. Hele bu iktidar, uyguladığı politikalarla ekonomiyi tam bir çöküşün eşiğine getirmiş; açlığı, yoksulluğu, güvencesizliği halka “olağan yaşam koşulu” olarak kabullendirmek istiyorsa…
Halkı yoksulluğa itmiş, ülkeyi borç batağına sokmuş, havayı, suyu, toprağı yaşamı yeniden üretemez hale getirecek ölçüde tahrip etmiş; yargısıyla, kolluk gücüyle devletin baskı aygıtlarını hakkını arayan halka karşı kullanmaktan çekinmemiş bir otoriter rejimin sona erdirilmesinin başlı başına önemli olduğu yadsınamaz. Ancak iktidara talip olanların mevcut rejimin saymakla bitiremeyeceğimiz melanetlerine karşı ne yapacaklarını, yerine ne koyacaklarını bilmek de halkın en doğal hakkıdır!
2023 seçimleri öncesinde altılı masanın kurulduğu ilk dönemlerde “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi”nin yerine içeriği tam olarak doldurulamamış olsa da “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem” adı altında bir alternatiften söz ediliyordu. Henüz seçimlere gidilmeden Kılıçdaroğlu’nun kendini cumhurbaşkanı, masadaki diğer parti başkanlarını da yardımcısı ilan ettiği hülyalara dalmasıyla birlikte, bu alternatiften de söz edilmez oldu, ardından da unutuldu gitti.
Türkiye’de ekonomik, sosyal ve siyasal sorunların kökeni, demokrasiden uzaklaşılmasına yani otokratik rejime uzanır. Ancak otokrasiyi tek bir adama ya da partiye bağlamak doğru değildir. Geçen hafta bu köşede vurguladığımız gibi “AKP ve Erdoğan ülkeyi otokratik rejime götüren sürecin nedeni değil sonucudur!” Sorunların nedenlerini bir yana bırakılıp sadece sonuçların bertarafıyla yetinilerse hiçbir şey elde edilemez.
Bugün Türkiye’de otoriterleşmenin temel nedeni 24 Ocak 1980’den bu yana uygulanan neoliberal politikalardır. AKP’nin de iktidarı boyunca büyük sadakatle uyguladığı bu politikaların, demokrasinin var olduğu koşullarda yaşama geçirilebilmesi mümkün değildir. Dolayısıyla uygulanan ekonomik programa tek söz etmeden, ona alternatif bir politika ortaya koymadan sadece otoriter yönetimden şikayet etmenin ya da otokratik rejimi değiştireceğini iddia etmenin hiçbir gerçekliği yoktur.
Uygulamada olduğu 45 yıl boyunca Türkiye’de iktidar alternatifi olan muhalefet partilerinden neoliberal politikaları bir bütün olarak reddeden olmamıştır. Bunun tek istisnası, 24 Ocak kararlarının hemen ardından neoliberalizmi “Truva Atı” olarak tanımlayan, CHP başkanı Ecevit olmuştur. Ecevit, bu ekonomik modelin, demokrasi yok edilmeden uygulanamayacağını belirterek kaygılarını şöyle ifade etmiştir: “Şimdi izlenmekte olan ekonomik ve sosyal politikalar bir dikta rejimine oturmadan uygulanamaz. O nedenle hükümetin dikta rejimi oturtma çabası içinde olduğu kaygısını taşıyorum.”
Ecevit’in bu değerlendirmesinden kısa bir süre sonra 12 Eylül darbesi gerçekleşti. O zamandan bu zamana iktidar iddiası olan hiçbir parti neoliberalizme karşı çıkmadı ve ona alternatif bir ekonomik model ortaya koymadı. 12 Eylül sonrasında Ecevit de neoliberalizmi eleştirmediği gibi başbakan olduğu 1999-2002 arası dönemde “Truva Atı” olarak tanımladığı politikaları kendisi uyguladı ve 2001 krizinde neoliberalizmin AKP’nin iktidarı döneminde uygulayacağı versiyonunun mimarı olan Kemal Derviş’i ekonomi yönetiminin başına getirdi.
Geçtiğimiz 45 yılda neoliberal politikaların en sadık ve en başarılı uygulayıcısı AKP iktidarı oldu. Bu başarıda, demokratik kurumlar (yasama, yargı, basın, akademi, sendikalar ve diğer demokratik kitle örgütleri) üzerindeki hakimiyetini adım adım artırarak ya da onları işlevsiz hale getirerek otokratik bir rejim inşa etmesinin önemli payı vardır. AKP’nin neoliberal politikaları uygulamadaki başarısında diğer önemli pay ise hiç kuşkusuz iktidarı boyunca ana muhalefet partisi olan CHP’ye aittir. CHP bu dönemde neoliberal politikalara karşı olmadığı gibi iktidara gelirse bu politikaları daha iyi uygulayacağı iddiasında olmuştur.
Neoliberal politikalara karşı çıkmadan otokratik rejime karşı çıkmak ya da demokrasiyi savunmak büyük bir çelişkidir. CHP yıllardır bu çelişkiyi aşamamıştır. Bugün aynı çelişki İmamoğlu’nun seçim propagandasına da yansımaktadır. Ülkenin ekonomik ve demokratik sorunlarını çözecek alternatifler üretmek yerine muhalefeti Erdoğan karşıtlığı üzerine kurmak zorunda kalınması da bundandır.
Neoliberalizm, uygulandığı ülkelerde ağır sosyal sorunlara ve otoriter yönetimlerin iktidara gelmesine neden olmuştur. Bir avuç sermayedar ve servet sahibinin çıkarı için insani, sosyal değerleri yok eden, doğayı talan eden, milyonlarca insanın yaşamına mal olan savaşları teşvik eden bir ekonomik modelde ısrar eden siyasetlerin topluma vereceği bir umut olamaz.
İmamoğlu’nun Erdoğan’ın karşısına çıkması, muhafazakar popülist bir siyasetle liberal argümanlara sahip seküler popülist bir siyasetin rekabetinden ibarettir (İmamoğlu yerine Mansur Yavaş’ın aday olması da bu durumu değiştirmez.). Bu siyasetler ile ne sınıflar arası güç dengesi değişir ne de otokrasi son bulur. Bir iktidar değişikliğinde olabilecek şey, en fazla muhafazakar otoriterliğin yerini seküler otoriterliğin alması olur! Buna da razı olacak geniş bir kitle de vardır maalesef. Ama bu seçenekle ülkenin daha demokratik, hukuka daha saygılı bir yapıya kavuşacağını, gelir eşitsizliğinin azalacağını, yoksulluğun, güvencesizliğin ortadan kalkacağını ve doğa tahribatının son bulacağını düşünen varsa çok yanılır.