Dört çocuğuyla birlikte sığındığı bir mağarada ölümle burun buruna geçen günlerden sonra çıkarılmıştı. Ağıt yakar gibi anlatırdı halen tanıdığı kadınların ağaçlara asılmış, süngülenmiş cesetlerini. Doğayla Alevi inancına has bir ilişkisi olduğu için sayısız olayı mistik bir anlam yükleyerek aktarırdı. Bir inekten bahsederdi mesela. Aslında sahipsiz kaldığı ve sağılmak için o mağaraya geldiği anlaşılan o ineği Hızır’ın gönderdiğine dair güçlü bir inancı vardı. O inek sayesinde henüz birkaç yaşında olan oğlu sütle beslenmiş ve ölmemişti. Diğer çocuklarıysa bulabildikleri otlarla hayatta kalmışlardı. Bazen diplerinden katliam için seferber edilen askerler geçermiş. “Bu askerler birkaç kere bizi gördükleri halde görmezden geldiler” derdi. O anın tedirginliğini hissedercesine…
Katliam politikalarının yaratmak istediği “kalp kurumasını” yaşamamıştı. Diğer birçokları gibi… Tedirginliği baki kalsa da vicdanı hep taze kalmıştı. Kapısından geçen hiçbir hayvan yemsiz salınmaz, hiçbir muhtaç bir kap yemekten mahrum bırakılmazdı.
Mağaraysa yaşamalarındaki özel bir semboldü. Doğanın kendilerine sunduğu bir lütuf…
O mağaradan çıkarılıp itilip kakılarak, aşağılanarak bindirildikleri kamyonlarla Elazığ’a oradan da trenlerle sürgün bölgelerine yollanmışlardı. Artık mesele ölüm korkusunu, zalimliğin en keskin halinin yarattığı şaşkınlıkla karışık ürküntüyü ruhsal bir teslimiyete dönüştürme meselesiydi. Hafızayı, belleği silme ve korkunun gölgesinde, aşağılanmanın kırbacı altında “yeni bir benlik” kurma meselesi… Ama bu amacı güdenler onu da yapamamıştı. İçindeki insan cevherini öldürememişlerdi.
O yılları anlatmak istemezdi, ama anlatmadan da duramazdı. Halen yaşıyormuş gibi göğsü inip kalkarak…
Onun tanrılaştırdığı ve adını Hızır koyduğu doğanın lütfu olarak gördüğü o mağaralardan biriydi Süleymaniye’nin Dukan bölgesindeki Casenê Mağarası da. Kürt tarihinde tüm mağaralar gibi onun da özel bir anlamı vardı. Birinci Dünya Savaşı sonrasında bölgedeki İngiliz yönetimine karşı isyan başlatan Şeyh Mahmud Hafid Berzenci buraya sığınmıştı. Sadece sığınmamış aynı zamanda bir savaş karargâhı olduğu kadar kültür merkezine de dönüştürmüştü. Güney Kürdistan’daki silahlı mücadeleye de ev sahipliği yapmıştı Casenê.
20. yüzyılın son çeyreğinde başlayıp 21. yüzyılın ilk çeyreğine uzanan modern Kürt isyanının kritik karar anlarından biri de yine bir mağarada vücut buldu. Kürt tarihinin ayrılmaz bir parçası olan mağara şimdi bir film platosuna dönüşmüş gibiydi. 50 yıllık bir isyanın, direnişin özneleri tek sıra halinde mağaranın derinliklerinden gelerek merdivenlerden iniyorlardı. Birazdan Kürt varlığının örgütlenmesi ve daha güçlü bir ulusal bilince dönüşmesinin hikayesinin yazılmasında kendilerine yoldaşlık eden silahlarını, palaskalarını Demirci Kawa’nın kazanına benzer bir kazanda eriteceklerdi. Dayatılan tarihsizleştirme ve belleksizleştirmeyi her etabında reddeden bir duruşun ifadesi olabilecek tüm sembolleri kullanmışlardı. Kısa konuşmalarından ziyade bu sembollerle konuşmak istemiş gibiydiler.
50 yıl boyunca sıkıca sarıldıkları silahlarını yakmak her biri açısından öyle kolay bir iş değildi belli ki. Kamera kadrajlarına giren yüzlerinden, yakalanan jest ve mimiklerinden de anlaşılıyordu bu. Belli ki oldukça karmaşık ve sayısız belirsizlikle karakterize olan bu “süreçte” onlar açısından belli olan tek şey kanla yaratılan değerlerin gücü ve görev bilinçleriydi.
Sessizce geldikleri yere silahlarını ateşe bırakarak sessizce dönerlerken devasa bir tarihi omuzlarında taşıyanların sorumluluğu beden dillerinde konuşuyordu.
Arkalarında sayısız soru işareti, duygu, hüzün bırakarak giderlerken ’38 Dersim Katliamı’nda sığındıkları o mağaralardan sağ çıkarılanların ruhu da yanlarındaydı besbelli. “O katliamdan sonra yaşanan hikayelere benzemesin sonumuz” der gibi… O katliamlarda yaratılmak istenenin 50 yıllık savaşla bozulduğunun gururu kadar “ya şimdi ne olacak?” sorusunu fısıldıyorlardı.
Bir gün sonra dünyadaki güç yoğunlaşması ve azami egemenlik arayışının Türkiye’deki temsilcisi Erdoğan’ın yaptığı açıklamalar, daha ateşin dumanı tüterken Amediye bölgesine yapılan hava saldırısı ya da Rojava’da döndürülen oyunlar fısıltıyla sorulan bu soruları çoğaltmaya yetiyordu nitekim. Ama varlığını tahkim etmiş bu halkın öyle kolay kolay sindirilemeyeceği, yarattıklarından vazgeçirilemeyeceği gerçeğiyle birlikte… Dersim ya da diğer katliamların edemediği gibi…