3 Aralık 1994 sabahından bölük pörçük anılar var zihnimde şimdi. Hep en kötü şeyler de değil. Mesela en çok hemen oracıkta bir yerde, sanırım Atılım bürosunda yapılan toplantıyı hatırlıyorum. Hatırlıyorum, çünkü katılma onurunu taşıdığım o toplantı, Türkiye devrimci hareketinin tarihinde müstesna bir yere sahiptir. Sadece konusu açısından değil, belki de asıl ‘hızı’ bakımından çok özeldir. Genç arkadaşlar pek inanmayacak ama Kürtler ve Türkiye solu, o sabah siyasi tarihin en kısa toplantısını yapmıştı! Oldukça dar bir oda-salon gibi yerde, sıkış tepiş oturan, hatta bazıları ayakta kalan çeşitli siyasal hareketlerden, dergi çevrelerinden bir sürü insan, basit bir “Ne yapıyoruz?’ sorusuna, aynı basitlikte bir cevap vermişti: “E, o zaman gidip bilgisayarlarımızı, teknik aletlerimizi kucaklayıp getiriyoruz!” Nokta!
Hatta hiç unutmuyorum, toplantının bitiminde gelen -sanırım yayıncı- bir abi, “Ne konuşup duruyorsunuz ya burada! Alıp gelelim bilgisayarları, olsun bitsin” diye çok fena kükremişti de, herkes sakince dönüp “abi gidiyoruz işte, ne bağırıyon” demişti.
Sabah çok kötüydü ama. O zamanlar çalışmıyordum gazetede ama olaydan birkaç hafta önce bir arkadaşımı görmek için gelmiştim o martı gibi bembeyaz binaya. O güzelim binayı o sabah öyle harap halde görmek çok ağır gelmişti bana ve herkese.
Ama çıktı işte sonra. Ertesi gün, çeşitli çevrelerden bir sürü insan gözaltı ihtimali yüzde yüz olduğu halde bildiriler dağıttılar, gazeteyi ellerine alıp herkesin gözüne gözüne soktular. Şimdi herkes en çok o ünlü ‘Bu ateş sizi de yakar’ manşetini hatırlıyor ama iki gün sonra, ayın 6’sında, çok güzel bir manşet daha vardı: Dostlarımız var bizim!
Tarih böyle bir şey, böyle yazılıyor ya da daha doğru bir deyimle böyle yapılıyor.
Bazılarına bizzat dâhil olduğum bir sürü gazete hatırlıyorum sonrasında. Hüseyin Aykol 52 diyor. O diyorsa doğrudur; ayaklı bir tarih kitabından kuşku duyacak değiliz elbette. Ben bir bölümünün ilk başlangıçlarında da bulundum. İlk açılışlar, yeni gazete hazırlıkları her zaman ilginçtir; daha doğrusu bir süreden sonra ilginç de değildir tam olarak. Çünkü her seferinde ön toplantılarda aşağı yukarı aynı şeyler konuşulur. Eski gazeteye şöyle bir eleştirel yaklaşılır, en çok da dar oluşundan yakınılır. Sonra bu kez daha geniş, daha çok insana hitap eden çok-sesli bir gazete yapmaktan, toplumsal sorunların tümüne değinmekten söz edilir. Hakikaten öyle de başlar her şey, bir süre de öyle devam eder. Sonra… Kürdün derdi bitmez ki arkadaş! Bir süre sonra, memleket kan revan olur ya da son yıllarda olduğu gibi sadece bu taraf değil Suriye filan da kan revan olur ve yine aynı ikileme gelir dayanırız: Yazsan bir türlü yazmasan bir türlü! Fuzuli’nin dediği gibi: “Söylesem tesiri yok / Sussam gönül razı değil.”
Zaman zaman çok eleştirilir bu gazetecilik geleneği. Zaman zaman “Yahu adamların tek derdi kendileri, böyle gazetecilik olmaz ki” filan denilir ama sebepleri derinlemesine pek düşünülmez sanki. Sanki bu geleneğin yaptığı haberleri her gün elli tane gazete yapıyormuş da, bizimki fazladan bir şeymiş gibi. Değil ama. Öyle değil işte. Şimdi, hemen bir çırpıda ezberden on haber sayarım ve bu haberler, bu gelenek olmasaydı hiç ama hiçbir yerde yayınlanmayacaktı. İyi bir şey mi bu? Değil. Birçok açıdan değil ama tek bir gazetenin üzerine çok fazla yük binmesi açısından da iyi değil. Uzağa gitmeye ne gerek var; daha geçen gün Human Right Watch (HRW-İnsan Hakları İzleme Örgütü) Kuzey Suriye’de olup bitenler üzerine bir rapor yayınladı. Haber mi? Haber! Adamlar oturup bir sürü çalışma yapmışlar, bir sürü insanla görüşüp rapor hazırlamışlar. Gördünüz mü peki bir yerde? Gözümden kaçtıysa özür dilerim ama hayır. Til Rifat’ta önceki gün olanlar peki? Onlar nerede yayınlanacak acaba? Bilmiyorum. En azından bu yazının yazıldığı an itibarıyla bilmiyorum. Bakıp göreceğiz.
O kadar kolay değil yani her şey. Daha doğrusu, bu kadar yalnızlık iyi değil. Yoksa memnun filan da değiliz bundan. Roboski fotoğrafları öyle bir zordur ki mesela, anlatılacak gibi değil; Kemal Kurkut’a can dayanmaz, Ceylan’ın gözleri üstünüze yapışır kalır.
Yine de inanıyoruz ama 6 Aralık’taki o manşetimize: Dostlarımız var bizim!
O sabah gösterdiler bu dostluğu; yine gösterirler, göstereceklerdir. Bu devran böyle gidecek o yüzden. Nereye kadarsa oraya kadar.