Güney Afrika Eski Senatörü ve Parlamento Anayasa Komitesi Başkanı Mohamed BHABHA ile konuştuk:
- Abdullah Öcalan çok iyi başladı önce silahları bıraktırarak. Dünya örneğinde benzeri yok ve büyük bir akıl gücüdür bu. Şimdi onun açtığı bu yolun ve davanın uluslararası bir mevzuya çevrilmesiyle bu meşalenin sönmemesi gerekiyor
- Abdullah Öcalan şimdi önemli bir çözüm ve model ışığı koyuyor ortaya. Sadece Kürtler için değil, herkesin özgürlüğü için hukuk, herkesin refahı için hukuk diyor. Bu çok güçlü bir değişim adımı. Dünyaya da örnek bir dava ve model koymuş olacak. Bu bir fırsat
Nezahat Doğan
Siyahi Afrikalıların vatandaşlık haklarından mahrum bırakılmasından, yaşam alanlarının kısıtlanmasına kadar her alanında katı bir ayrımcılığın, şeytanlaştırmanın uygulandığı Güney Afrika’da, Apartheid rejimin son devlet başkanı Frederik Willem de Klerk, Apartheid yasalarını kaldırarak barış sürecinde bir rol üstlendi. Türkiye’deki süreç de Türkçü, milliyetçi Devlet Bahçeli’den geldi.
Güney Afrika’da barışın ana mimarı, 27 yıl tutsak kalmış Nelson Mandela oldu. Şimdi de Türkiye’de 27 yıldır tutsak olan baş müzakereci Abdullah Öcalan var. Mandela serbest kaldığında “geçmişi affetmeden geleceğe yürüyemeyiz” diyerek barışın zeminini hazırladı. Abdullah Öcalan da bin yıllık Türk-Kürt kardeşliğini vurgulayarak Kürtlere yönelik son yüzyıllık süreçte yaşanan, asimilasyon, inkâr, şiddet ve soykırım çabalarının önüne koyuyor.
Mandela Güney Afrika barışına katkısıyla Nobel Barış Ödülü’nü aldı. Güney Afrika Devlet başkanı seçildi. Abdullah Öcalan ise bu süreçte hala cezaevinde tutsak, adil ve eşit olmayan şartlarda “asıl gerçek barışın” taşlarını döşemeye çalışıyor.
Şimdi bu yolda çatışmasızlığın sürdürülmesi ve barışın inşasında uluslararası katkılar neler olmalı? Türkiye’de yürütülen barış sürecine dışardan bakılınca ne görülüyor? DEM Parti’nin organize ettiği Barış ve Demokratik Toplum Konferansı’nın nasıl bir anlamı oldu? Abdullah Öcalan’ın gönderdiği mesaj nasıl bir etki yarattı? Tüm bu soruları ve barış hukukunun inşasında liderlerin rolünü, “barış hukuku bir mimarlık ve cesaret gerektirir” diyen Güney Afrika Eski Senatörü ve Parlamento Anayasa Komitesi Başkanı Mohamed BHABHA ile konuştuk.
- DEM Parti’nin organize ettiği konferansta olmanızı ve Türkiye’de yürütülen barış süreciyle ilgili bu konferansın önemini nasıl anlamlandırırsınız?
Yaptığım iki gözlem var. Birincisi konferansa uluslararası aktörlerin davet edilmesinden çok mutlu oldum. Bu iki amaca da hizmet ediyor. Çünkü bütün dünyada da şu an çatışma var. Tabii ki iyi şeyler de oluyor ve hatalar da yapılıyor. Biz de Güney Afrika’da çok fazla hata yaptık.
- Güney Afrika’da nasıl hatalar yapıldı?
Birçok hayat kazanılabilirdi. Süreç daha hızlı olabilirdi. Gelecekteki çözümler için daha iyi bir temel oluşturulabilirdi. Bu yüzden uluslararası aktörlerin davet edilmesinden çok memnun oldum. Burada deneyimimizi paylaşabiliyoruz ve belki tekrar aynı hatalara düşülmez. Benim için ikinci anlamı da şu; herhangi bir çatışma içerisinde, aynı taraf içerisinde bile farklar oluyor. Bazen kendi farklarımıza kendimizi çok kaptırıyoruz ve genel amacın ne olduğunu kaçırıyoruz. Bu türden bir buluşma, bu türden işlev gören bir organizasyon bizim hedef ve amaç algımızı tekrar sıfırlıyor, kendi farklılıklarımıza kendimizi kaptırmadan yol alabiliyoruz. Burada bir araya gelmemiz için pek çok sebep var. En önemlilerinden biri de bir gecede bir dönüşüm olmayacağı gerçeği. Çok çalışmayı gerektiriyor ve önünüzde çok fazla zorluklar var.
- Bu zorluklar içerisinde uzun bir yol. Roelf Meyer ile birlikte Güney Afrika’daki barış süreçlerinin baş müzakerecileri arasında yer aldınız. Bu müzakerelerin ilerlemesinin yolunu açan en önemli faktör neydi? Zorluklar neydi ve nasıl aşıldı?
Bu sorunun iki tarafı var çünkü zorluklar zaman içerisinde değişti.
- İlk temel zorluk neydi?
Güvendi! Güvenin inşa edilmesiydi. Siz de kendi durumunuzdan hayal edebilirsiniz ki zaten yıllar, on yıllar, yüzyıllar boyunca düşman olduktan sonra güven öyle sokakta bulunur bir şey değil. O yüzden de bizim görüşümüze göre en başta olması gereken şey diyalog.
- Nasıl bir diyalogdan bahsediyorsunuz?
Diyalog derken böyle aracılarla ya da basın aracılığıyla görüşmek değil, hakikaten düşmanla karşılıklı oturup çay içerek yapılan bir şey. Çünkü çatışmalarda genelde yaptığımız şey, düşmanının bir karikatürünü oluşturmak ve onu şeytanlaştırmak ve bu kendi propagandana inanmaya başlamaktır. Ama düşmanla yüz yüze, karşılıklı oturduğun zaman, onu artık düşman olarak görmemeye başlıyorsun. Onu da korkuları olan bir insan olarak görmeye başlıyorsun. O insan da seni aynı şekilde korkuları ve hayalleri olan bir insan olarak görmeye başlıyor. Karşındakinin korkularını anlamak, aslında onun sahip olduğu bu korkular ve kaygılar etrafında bir strateji oluşturmaya başlamanı sağlıyor.
- Düşmanınla masada otururken kaygılar ve korkular etrafında nasıl bir strateji gelişiyor?
Buna şöyle bir örnek vereyim: Apartheid rejimi bir elde İncil’le uygulanan bir sistemdi. Biz renkli insanların insan olmadığını söyleyen bir sistemdi. Bizim zekâmız yoktu ve bu da bizim üzerimize sürülen propagandaydı. Yani esasında biz insan değildik. Kabaca söylenen şey; siyahi insanların sahip olduğu tek şey cinsel dürtülerdir ve kadınlarla yatmak isterler şeklindeydi. Düşünme becerimiz yoktu. Sadece çalıştırılarak bir işe yarardık. Bu düşüncelere sahip bir kişiyle karşılıklı bir çay içtiğini düşün. Karşındaki insana zekândan bir parça veriyorsun ve o zaman seninle ilgili bu öğrendiği yeni şey ona ne yapıyor? Çok güçlü bir silah bu.
- Aslında önyargılar ve şeytanlaştırma ortadan kalkıp güven mi sağlanıyor?
Aynen öyle! Çünkü kurulan bu diyalog, birbirini anlama ve tanımanın ardından güven inşa edilmeye başlıyor. Aslında düşmanın sende gördüğü ya da seninle ilgili önceden düşündüğü, ona düşündürülen şeyler ile karşısına oturduğunuzda gördüğü şey onun tamamen dikkatini dağıtıyor ve bir şekilde sen düşmanını silahsız bırakmış oluyorsun.
- Nelson Mandela ve Abdullah Öcalan’ın da yaptığı bu mu?
Evet! Abdullah Öcalan karşı tarafın ezberlerini bozuyor; çözüm, değişim ve akıl yürütüp düşmanını kendi aklına ve çözümlemesine getiriyor. Birbirini düşman olarak gören iki taraf içinde bu tarihi bir fırsat.
Burada toplumun bir kesimi halen Abdullah Öcalan ve Kürt hareketini “terörist” olarak görüyor. Buna da örnek vereyim: Nelson Mandela serbest bırakıldığında bile beyazların yüzde 90’ı hala onun terörist olduğuna inanıyordu. Mandela’yı 27 yıldır kimse görmemiş. Saçlar beyaz, iki dirhem bir çekirdek, takımları çekmiş, çıkıyor ve aynı zamanda kendini çok iyi ifade ediyor. Basını ve insanları çok etkileyici konuşuyor. Kadınlarla konuşması, kadınları çok etkiliyor.
Abdullah Öcalan için de aynı durum geçerli. Onu da kimse görmedi uzun zamandır. Herkesin kafasında “terörist bu” gibi bir sürü düşünceler varken şimdi yelkenler suya indiriliyor ve şu an için çok ideal bir fırsat. Bu durumun ideal olmasının sebebi de kendini yeniden keşfetmek, kendini yeniden inşa etmekle alakalı değil, kendinin kim olduğunu gösterebilme fırsatıyla alakalı bir şey. Çünkü seninle ilgili bir stereotipi olan, kafasında bir kalıp olan birisine bu şekilde kendini göstermek aslında daha kolay. Çünkü yıllarca düşmanın seninle ilgili yaptığı propaganda ve ona öğretilen şeyle seni şahsen karşında gördüğü şey birbiriyle örtüşmüyor.
- Nelson Mandela örneği Türkiye’deki barış sürecinde Abdullah Öcalan için bir emsal teşkil ediyor. Örgütün lideri, bir toplumun baş müzakerecisi ve önderi olarak masada barışın tarafı olan Abdullah Öcalan halen tutsak ve tecrit altında. Devlet burada ne yapmak istiyor yol neden açılmıyor?
Neyin eksik olduğunu çok yorum yapamam ama bir şey paylaşabilirim. Türkiye hükümeti böyle tek başına izole bir varlık değil, sonuçta uluslararası topluluğun da parçası. Güney Afrika’da da düşmanımız bu müzakere masasına bize bayıldığı için gelmedi. Savunması imkânsız olan şeyi savunmakta artık çok zorlandıkları için masaya geldiler. Bizim adil bir dava oluşturabilmemizde Nelson Mandela bir sembol oluşturdu ama Nelson Mandela tek başına değildi ve kocaman bir hareket vardı. Arkasında ANC vardı. Bir toplumsal halk hareketi yarattık, Londra’da, Amerika’da konserler verdik. Arkasında onları takip eden aktivizm grupları ve bir hareket oluştu.
- Buradaki eksikliği nerede görüyorsunuz?
Şöyle yapın, böyle yapın demem mümkün değil ama burada vermeye çalıştığım fikir şu: Abdullah Öcalan’ın ismini yükseltmek gerekiyor. Bir değer sisteminin, meşru bir davanın temsilcisi olarak, bir sembolü olarak, bir yaratıcısı olarak, onu daha güçlü kılacak çarkı oluşturmak gerekiyor. O zaman düşmanın karşısında daha güçlü olursun. Yılardır tutsak olan liderinin elini güçlendirir ve masadaki pozisyonunun vazgeçilmez olmasını sağlarsın.
- Sömürgeci inkâra dayalı ulus-devlet sistemlerini bir çözüme götürmenin yolu toplumsal mekanizmanın daha güçlü oluşturulmasından mı geçiyor?
Mandela yapabildiyse herkes yapabilir! Bu emek ve aynı zamanda yüksek seviyede diplomasi gerektiriyor. Abdullah Öcalan adada, bulunduğu yerde bunların hepsini yapamaz ama uluslararası arenada onu temsil edecek alanları daha da güçlendirmek gerekir. Bu davayı daha da yükseltmek gerekiyor. Filistin davası, Sudan davası var. Bütün bunlar içerinde onlarla da rekabet etmesi gerekecek.
- Sadece içerdeki mücadele yeterli değil mi?
Kesinlikle değil. Abdullah Öcalan çok iyi başladı önce silahları bıraktırarak. Dünya örneğinde benzeri yok ve büyük bir akıl gücüdür bu. Şimdi onun açtığı bu yolun ve davanın uluslararası bir mevzuya çevrilmesiyle oradan bu ateşin devam etmesi meşalenin sönmemesi gerekiyor.
- Daha çok yükün Abdullah Öcalan üzerinde mi olduğunu söylüyorsunuz?
Öyle bir şey gözlemlediğim için değil ama kendi yaşadıklarımızdan ve deneyimlerden yola çıkarak değerlendiriyorum. Nelson Mandela hapisteyken bizim İngiltere ve Amerika da ofisimiz vardı. Düşman tek yüzü olan bir şey değil. Arka kanaldan tartışmaların sessizce devam etmesi çok önemli. Biz Roelf Meyer’den bahsettik. O düşmandı ama düşman tek taraflı da değildi. Onun etrafında da birçok kişi vardı ve onların arasında konuşulabilecek kişiler olduğunu biliyorduk. Onlarla konuşabilmek çok önemliydi bizim için. Ama bu konuşmaların topluma açık yerlerde olmaması gerekiyor. Alttan ve sessizce yürütülmesi gerekiyor. Abdullah Öcalan’ın etrafında bir grup diğer tarafın etrafında bir grup alttan alta konuşmaya başlayacak.
- Peki, bu söylediğiniz riskler barındırmıyor mu?
Tabi ki risk vardır. Yakalanırsan ülke karşıtı olursun. Ama bu da barış adına cesur olmayı gerektiren bir sorumluluktur.
- Burada her kesimden insanların kendine nasıl bir soru sorması gerekiyor?
İşte bu önemli! Soralım ve empati yapalım. Türkiye’deki iş insanları “böyle bir barış anlaşması bizin işimiz ve üretimimiz için iyi olur,” dese ne olurdu? Güney Afrika’da Apartheid sisteminden beyaz şirketler çok istifade ettiler. Bizim sırtımızdan akan terlerle madenleri satın aldılar. Güney Afrika’nın dışında Batı Afrika’da hiç hükümetin haberi olmadan Güney Afrikalı iş insanlarıyla gelin buluşalım dedik.
- Buluştuğunuzda iş insanlarına kendinizi ve barışı nasıl anlattınız?
İş insanlarının derdi para, ahlak değil ki! Biz de onlara, “Şu an çok güzel vakit geçiriyorsunuz ama bu ne kadar sürecek? Eğer barış olursa daha fazla istihdam ve para kazanacağını hiç düşündünüz mü?” diye sorduk. Ben tabii ki tavsiye veremem, sadece yaşadığımız deneyimleri paylaşıyorum. Burada sorulması gereken soru: Erdoğan’ı masaya ne getirirdi? Eğer onu destekleyen finansal kesimler gidip de “Başkanım bir de şöyle düşün” deseler ne olurdu? Böyle bir anlaşma olursa Kürdistan’a yatırım yapmak nasıl olurdu? Burada hem güvenlik olacak, petrole erişimin var, kaynaklara erişimin olacak hem ekonomi olacak hem sosyal anlamda demokratikleşme olacak. Bir de böyle düşünmek gerekiyor.
- Daha güçlü bir ekonomiyi sağlayacak diyorsunuz?
Alttan yapılan konuşmalar bunlardır ve bu bir ülkenin de motivasyonudur. Çözümsüzlükte kalmış tıkanmış krizler içinden çıkmasının yoludur. Günün sonunda görüyoruz imamlar ve kiliselerde rahipler maaşlarını alıyor. Onların da uymaları gereken bağlı oldukları temel taşlar var. Eğer iyi bir model getirilebilirsek barışın mesajlarına, ahlakla ilgili mesajlara hemen uyum sağlayabiliyorlar. İnanç temelli organizasyonlarla da bu tartışmalar alttan yürütülmeli. Diplomatik görüşmeler devam etsin, iş insanlarıyla konuşmalar devam etsin. İnanç temelleri alanlara gitmek ve anlatmak da çok önemli.
- Yıllarca Kürtlere “terörist” dendi? Halen denmeye de devam ediyor. Öncelikle bunun değişimi ve doğru aktarımının sağlanması gerekmiyor mu?
Tamda buradan başlamak gerekiyor. Kürtler terörist değil. Bu bir neden-sonuç durumu. Kürtler neden dağa çıkmış bir sorsunlar. Neden eline silah almışlar? Neden bu kadar yıl savaşmışlar? Bu soruları doğru sorup cevaplarını veremezseniz iki taraflı o makası aşamazsınız. Bir ahlaki değer, insan olmak temelli bir değer ve model yaratmak için karşımızdakini aşağılamamak, aşağı çekmemek, hatta ortaklaştırmanın yollarını bulmak gerekiyor. Günün sonunda herkes kendini görünür kılmak istiyor. Onlara hitap ederek bütün alanlarda bir baskı grubu oluşturmak Erdoğan’ı masaya getirir ve kaldırmaz.
- Bütün alanların çalışması ve mekanizmaların zorlanmasından bahsediyorsunuz?
Özellikle gazetecilerin, basının da bu süreçte bu bağın doğru kurulmasında çok büyük rolü ve önemi var. Örneğin bir gazeteci stratejik olarak çok daha akademik, nötr bir şekilde ekonomi köşesinde “barış sürecinin ekonomik faydaları ne olabilir” diye yazılabilir. “Türkiye’nin on yedinci büyük ekonomi değil de on dördüncü büyük ekonomi olmasının sonuçları neler olabilirdi?” diye sormakta siz gazetecilerin rolü çok önemli. Bu biraz da işin hikâyesini değiştirmek, heyecan ve zemin yaratmaktır. Türk insanlarında “buradan iyi bir şey çıkabilir” hissiyatını yaratabilecek bir ortam sağlayabilmek, kendi güçlerini kontrollü ve yaratıcı kullanabilmek çok önemli.
- Burada verilen mesajların bütünselliği ve tutarlılığı da önem taşımıyor mu?
Mesajımız olacaksa ve bir model ışığı olacaksa o zaman hem bu mesajı verme biçimimizde hem de kendimizi gösterme şeklimizde de tutarlı olmamız gerekiyor. O zaman bu mesajın tutarlılığı oluyor.
Bu soruları sorduğun için teşekkür ederim. Ben de düşünmüş oldum. Yani aslında bir model oluşturacak bir dava, model dava olması gerekiyor. Örnek dava oluşturulması gerekiyor. Bütün bunlardan vereceğim bir tavsiye olursa o da bir örnek dava ve etrafında onunla tutarlı mesajların verilmesi ve davranışların tutarlı olması olurdu.
- Şu an vurgulanması ve üzerinde yoğunlaşılması gereken öncelik nedir?
Şu an Kürt insanlarının yaşadığı hal hoş değil ve şu an bizim vermek istediğimiz mesaj da “bu insanlar terörist değil, bu insanlar normal haklarını arayan insanlar” olmalı. Burada vurgulanması gereken şey aslında Kürt insanının çektiği zorluk ve acı. Yönelinmesi gereken şey de bizi belli şekillerde gören kişilerin korkuları. Çünkü bu kişilerin Kürtleri terörist değil kendi özgürlükleri için uğraşan insanlar
- Hem avukat hem de senatör ve parlamento anayasa komitesi başkanısınız. Abdullah Öcalan’ın Özgür Yurttaş Yasası, Barış ve Demokratik Toplum Yasası, Özgürlük Yasaları başlıklarının da olduğu mesajlarını nasıl değerlendirirsiniz?
Bu mesajlar zaten bahsettiğim modele çok yakın ve onu çok destekleyen çok güçlü bir mesaj. Benim derdim daha çok bu mesajın sesini nasıl yükseltebileceğimiz. Bu mesajı Kürt ve Türk insanlarının ortak derdi haline gelecek şekilde nasıl sağlamlaştırabiliriz? Buradaki fırsatı bu mesajı yükseltmek ve sağlamlaştırmak için nasıl kullanabiliriz? Bunun üzerine yoğunlaşmak gerekiyor.
- Bir korku iklimi var ve toplum da sürecin içerisine tam katılmış değil. Burada hukukta ilk adım ne olmalı ve güven nasıl oluşturmalı?
Günün sonunda zaten Erdoğan reel veya algılanan şekilde toplumun sesini, görüşünü, modunu kokluyor bir şekilde pozisyon alıyor. Dolayısıyla onun masaya gelmesi için gerekli şartları bizim oluşturmamız gerekiyor. Kürtler olmadan, hakları verilmeden Türkiye uluslararası alanda güçlü olamaz. Kürtlerin sosyal ve kültürel haklarının verilmesi, anayasa da eşit haklara sahip olmaları gerekir. Bunu da zorlayacak olan sadece Kürtler değil, bütün halkların ortak talebi ve güç birliği olmalıdır. PKK ayakta bu kadar yıl kalmış tek örgüt diyebilirim.
Abdullah Öcalan şimdi önemli bir çözüm ve model ışığı koyuyor ortaya. Sadece Kürtler için değil, herkesin özgürlüğü için hukuk, herkesin refahı için hukuk diyor. Bu da çok güçlü bir değişim adımı. Türkiye ve Erdoğan bunu gerçekleştirirse dünyaya da örnek bir dava ve model koymuş olacak. Bu bir fırsattır.









