Öcalan, Kürt kimliğini bir etnik kategoriye hapsetmiyor. Tam tersine, kimliği bir özgürlük zemini, bir toplumsal inşa projesi olarak okuyor. Onun önerdiği çizgi; Kürtleri ulus-devletin etnik kalıplarına sıkıştırmak yerine, halk olmanın, toplum olmanın, hatta insan olmanın etik-politik sorumluluğuna çağırıyor
Amed Dicle
Kürt kimliği artık sadece var olmayı değil, nasıl yaşayacağını da belirleme iradesidir. Bu dönüşümün ardındaki en güçlü fikir, Abdullah Öcalan’ın özgürlükçü paradigmasıdır. Ve bu fikir, karalanmak isteniyor.
Kimlik, sadece bir “var mıyız yok muyuz?” sorusu değildir; var olduğunun bilincine varmak ve bu varoluşa nasıl bir özgürlük inşa edeceğini tayin edebilmektir. Kürt kimliği, bu yönüyle, yalnızca etnik veya kültürel bir mesele değil; aynı zamanda tarihsel süreklilik, zihinsel diriliş ve politik yapılandırma meselesidir. Bu gerçekliği en derinlemesine kavrayan, parçalayan ve yeniden inşa etmeye çalışan figür, hiç kuşkusuz Abdullah Öcalan’dır.
Bugün bazıları hâlâ Öcalan’ın Kürt meselesine yaklaşımını sığ bir ulusalcılık ya da geçmişte kalmış bir silahlı romantizm olarak yaftalayarak, kolaycılığı entelektüel kurnazlık sanmaktadır. Oysa karşı karşıya olduğumuz şey, yalnızca bir “hareket” ya da “talepler dizisi” değil, ontolojik düzlemde bir özgürlük felsefesi ve sosyolojik yeniden kuruluş projesidir. Öcalan’ın PKK’nin 12. Kongre’ye sunduğu perspektif, klasik Marksizm ile hesaplaşmaktan, Sümer mitosundan modern devlet kuramlarına kadar uzanan bir entelektüel sıçramayı temsil eder.
Öcalan, Kürt kimliğini bir etnik kategoriye hapsetmiyor. Tam tersine, kimliği bir özgürlük zemini, bir toplumsal inşa projesi olarak okuyor. Onun önerdiği çizgi; Kürtleri ulus-devletin etnik kalıplarına sıkıştırmak yerine, halk olmanın, toplum olmanın, hatta insan olmanın etik-politik sorumluluğuna çağırıyor.
12. Kongre’ye sunduğu perspektif, bu çağrının en rafine halidir. Orada Öcalan, bir halkın hafızasını sadece hatırlamak için değil, yeniden kurmak için nasıl örgütlenmesi gerektiğini ortaya koyuyor. Bu perspektifin gücü, sadece devletle değil, ulusla, cinsiyetle, sınıfla ve iktidarla da aynı anda hesaplaşmasındadır. Ve bu hesaplaşma, boş bir soyutlama değil; yaşamın somut yeniden kuruluşudur.
Kongreye sunduğu “demokratik konfederalizm” modeli, merkezi devlet aygıtının dışında halkın kendi yaşamını yerelden kurabileceği bir sistem önerir. Bu, sadece siyasal bir model değil; kültürel, ekolojik ve etik bir varoluş biçimidir. “Demokratik ulus” fikri ise etnisiteyi değil, birlikte yaşamın ilkelerini esas alır. Kürt kimliği, bu anlayışla birlikte artık etnik mağduriyetin ötesinde, çok daha derin bir toplumsal pozisyona evrilmiştir: Özgürlük taşıyıcısı bir kimlik.
Bu yüzden Öcalan’ın düşüncesini salt “PKK’nin çizgisi” olarak görmek, onu daraltmak ve işlevsizleştirmek olur. Oysa ortada yalnızca bir örgütsel strateji değil; kapitalist modernitenin dışında bir yaşam tahayyülü var. Kentten kadına, üretimden özyönetime kadar yayılan bir yaşam felsefesi var. Bu çizgi, ulus-devletin sınırları içinde “Kürt olarak yaşamak” yerine, ulus-devletin dışında insan olarak örgütlü yaşamak fikridir.
Tam da bu yüzden bu fikirler çarpıtılıyor. Çünkü bu çizgiye göre Kürtlük, artık mazlumluğun değil; özgür düşüncenin taşıyıcısıdır. Ve bu çok tehlikeli bulunuyor: Çünkü ezilenin, artık sadece isyan edeni değil, yeni bir toplum kuranı olması istenmiyor.
Bu çizgiye yönelen saldırılar yalnızca devletten ya da karşıt ideolojilerden gelmiyor. Asıl düşündürücü olan, bu düşünceyi “Kürtlük” adına boğmaya çalışanlardır.
Ne bir halkı örgütleyen, ne bedel ödeyen, ne de gerçek anlamda bir çözüm önerisi geliştiren; ama yine de Öcalan’ın fikirlerine ayar vermeye çalışan sözde Kürt milliyetçileri, bu saldırının en kullanışlı aygıtı hâline gelmiş durumda. Onlar için Kürtlük, ya merkezle uyumlu bir şikâyet dosyasıdır ya da sonsuz bir nostalji. Oysa Öcalan’ın Kürtlüğü, hem bugündür hem gelecek; hem özgürlüktür hem örgütlenmedir.
Geçmişte bu düşünce hattını boğmak isteyenler, Öcalan’ı “savaşı uzatan lider” ya da “çözüm karşıtı” gibi göstermeye çalıştı. Bazıları, onun fikirlerini yalnızca bir döneme aitmiş gibi göstererek güncelliğini perdelemek istedi. Bir çevre ise kişisel bir kült yaratıp onun düşünsel sistematiğini objektif anlamda perdeledi. Oysa 12. Kongre metni, birey kültünü değil; kolektif bilinci, kadın özgürlüğünü, doğa-toplum dengesini, yerel meclisleri, ahlaki siyaseti öne çıkarır.
Bu çevrelerin itirazı, Öcalan’a değil aslında: Kürt halkının kendi kaderini kendisinin tayin edebileceği düşüncesinedir. Çünkü o kader artık sadece neye karşı çıkılacağı değil, ne inşa edileceği üzerinden şekilleniyor.
Bugün Öcalan’a yönelen karalama kampanyaları, özünde bir halkın düşünme kapasitesine, direniş birikimine ve tarih yazma iradesine yönelmiştir. Çünkü ilk kez Kürtler, bir devletin değil, bir paradigmanın öznesi olarak konuşmaya başlamıştır.
Ve bu gerçek, kimilerinin konforunu fazlasıyla rahatsız ediyor.
Bugün Kürt kimliği, artık sadece yaşamak isteyen değil; nasıl yaşanacağını tarif eden bir düzeye ulaşmıştır. Bu düzeyi görmezden gelmek, küçümsemek ya da çarpıtmak; yalnızca fikirsizlik değil, aynı zamanda inkârın yeni versiyonudur.
Artık bu düşünce yalnızca bir kişiye, bir örgüte ya da bir döneme ait değildir. Bu düşünce; bir halkın ortak aklına, kolektif vicdanına ve mücadele hafızasına dönüşmüştür. O yüzden mesele, sadece Öcalan’ın düşüncelerine sahip çıkmak değil; bu düşünceleri karartmaya çalışanlara karşı fikirle, örgütle ve hakikatle direnmek meselesidir.