Kürt Özgürlük Hareketini ve önderliğini sadece savaşan ve savaşı sürdürmesi gereken bir gerilla topluluğu olarak görme, hem silah bırakma hamlesinin neden anlaşılamadığını hem de Kürtlerin teorik gücünün neden kabul edilemeyeceğini buyuran bir kolonyal arzuyu su yüzüne çıkardı
Dilda Görkemli
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın 27 Şubat çağrısıyla başlayan silah bırakma hamlesi ve onu takip eden süreçte Manifesto metninin yayınlanmasıyla açığa çıkan Türkiye’nin modernist sol geleneğindeki tartışmalar, yeni bir şaşkınlıkla yüzleşmemizi sağladı. Belki de buna şaşılacak bir şey yoktu ya da sadece şaşıran bizler miydik diye düşünürken, Serdar Altan’ın “Öcalan’ı Yeni Keşfetmenin Dayanılmaz Ağırlığı” (https://yeniyasamgazetesi9.com/ocalani-yeni-kesfetmenin-dayanilmaz-agirligi/) başlıklı yazısıyla karşılaştık. Çoğumuzun da sorusu aynıymış meğer: Bu insanlar Öcalan’ı ilk kez mi okuyorlar? Yaşamını devrimci mücadeleye adamış Öcalan’ın teorisini ilk kez duymuş, okumuş gibi davranmalarının kaynağı ne?
Evet, Öcalan, Manifesto metniyle birlikte uzun bir aradan sonra, çok daha geliştirilmiş ve güçlendirilmiş bir teorik ağırlıkla karşımıza çıktı. Ancak paradigmasında, yani perspektifinde düzlem olarak değişen bir şey yoktu. Zira onun külliyatına az çok hakimseniz bunu kolayca fark edilebilirsiniz. O halde her şeyi ilk kez duymuş gibi davranmak ve saldırganlaşmak da nereden geliyor? Ya Türkiye’nin modernist geleneği Öcalan’ın teorisiyle gerçekten ilk kez tanışıyor (ki, eğer durum buysa bu ne hız!) ya da onun teorisine zaten hâkim oldukları için! eleştiride zaman kaybetmek istemiyorlar. Unutmamak gerekir ki, her devrimci teorisyen gibi Öcalan da okunması gereken değil, çalışılması icap eden bir güç! Bu hakikat ortaya konulmadan, büyük bir rahatlıkla ve kolaycılıkla Öcalan’ı eleştirebilme cesaretine sahip olunmasının ya da Marksizmin komiseri şeklinde davranılmasının sebepleri neler? Evet, Öcalan yaşamını ve fikirlerini Marksizm-Leninizm’le harmanlamış ve bunu hep bir adım öteye taşımaya çalışmış bir kurum/hakikat. Ne sizin algıladığınız gibi 1960-70’lerin eski söylemleriyle (radikal demokrasiden tutun da sınıftan kaçışa kadar) ne de 2000’lerin post-modern lakırdılarıyla bir alakası var. Önderlik, kendi kavram setine sahip, tarihsel-toplumsal analizleriyle bir külliyat oluşturmuş “kendisine ait” bir teorisyen ve devrimci. Kürt halkının politik bedenleşmesi…
Kürt Özgürlük Hareketini ve önderliğini sadece savaşan ve savaşı sürdürmesi gereken bir gerilla topluluğu olarak görme, hem silah bırakma hamlesinin neden anlaşılamadığını hem de Kürtlerin teorik gücünün neden kabul edilemeyeceğini buyuran bir kolonyal arzuyu su yüzüne çıkardı. Bu kolonyal arzu, Marksizme ve komünizme çizdiği dar bir çember üzerinden Kürtlerin teorisini, hatta bırakın teoriyi -ki, buna içkin olan- inşa ettiği koskocaman yaşamı ve direniş ötesi pratikleri yok sayıyor. Bu, elbette ki bir gör(e)meme sorunu değil. Amaçlanan, Kürtlerin kurtuluşunu Lacancı anlamda kolonyal jouissance’a bağlamaksa, Kürt halkının ve önderliğinin mücadelesinin ve teorik kudretinin bunu elinin tersiyle itmesinden, daha net bir ifadeyle kolonyal koşulları, koşulları yönünde aşmasından duyulan bir rahatsızlık söz konusu olsa gerek.
Nasıl ki kapitalist üretim süreci, emeğin mülkleştirilmesi yoluyla artı-değer üretirse, Lacan’da simgesel düzen de özneyi dil ve yasa içine dahil ederken zorunlu bir jouissance fazlalığı üretir. Artı jouissance, öznenin bilinçli olarak arzuladığı bir haz değil; bastırma, yasak ve simgesel düzenin işleyişi sonucunda ortaya çıkan, denetlenemeyen bir fazlalıktır. Bu fazlalık, kolonyal özneyi iktidar pratiklerine bağlayan en güçlü bağlardan birini oluşturur. Lacancı psikanalizde bir topluluğu bir arada tutan şey, ötekine veya yabancıya atfedilen bu artı jouissance kaynaklıdır. Ötekinin eylemi, kolonyalistler açısından simgesel düzenin özneyi bölmesiyle zorunlu olarak üretilen bir artı jouissance üretir. Kolonyalist özne, ötekini denetleyerek ve en önemlisi temsil ederek, kendi simgesel bütünlüğünü pekiştirirken, aynı anda artı jouissance’ı açığa çıkarır. İşte Kürt Özgürlük Hareketi’nin kolonyal koşulları, koşulları yönünde aştığı direniş ötesi pratikleri doğrultusunda elinin tersiyle ittiği şey, ötekinin jouissance’sı etrafında kurulan fanteziler yoluyla işleyen artı jouissance’dır. Çünkü Kürdün direnişi asla kolonyalistler açısından bir fantezi üretmez. Yaşamın inşası olarak gerçeğin bizatihi kendisinin üretimidir söz konusu olan şey. Simgesel düzenin mülkleştirici pratikleri karşısında, yepyeni bir devrimci öznellik üretimleri vardır.
Bu doğrultuda bugün kolonyal arzu, silah bırakma hamlesine bağlı olarak çok daha net bir biçimde Modernist Marksizm yorumu üzerinden Kürtlerin üretken gücünü belirli doğrultuda düzenlemeye! ve ilerletmeye! çabalayan arzu rejimi/pratiği olarak işlevleniyor. Kendi kuramsal hegemonyalarını, Öcalan’ın Marksizm çözümlemelerini hedefleme üzerinden konumlandırmaya/sağlamlaştırmaya çalışan Türkiye’nin modernist geleneğinin, belki de bugüne dek hiç olmadığı kadar şiddetlenmiş olması, bu kolonyal arzu kaynaklı. Bunun arkasında yatan neden, şüphesiz Öcalan’ın teorik kudretinin, silahların bırakılmasının ardından çok daha açık bir biçimde yarattığı etki gücüdür; paniğin kaynağı konumların kaybedilme korkusudur. Yanlış anlaşılmasın, mesele, kuramsal tahtların sarsılması ve bunun sonucu yönelmiş olunan bir tutunma/sarılma/şovenleşme değildir. Bu sallantı, doğrudan doğruya kolanyalizmin sarsıntısıdır. Çünkü Türkiye’nin modernist solunda tarihsel olarak üst belirleyen şeklinde karşımıza çıkan şey daima “kolonyalizm”dir. Sarsılan şey, bu belirleyen öznedir. Kürt özgürlük hareketi, kapitalizmin kurucu dinamiği olarak kolonyalizmi ve onun reformizi şeklindeki “sosyal devlet”i aşan bir hakikattir. Modernist sol, üst belirleyeni olarak kolonyalizmle yüzleşmediği takdirde ne Kürt halkıyla ne de onların mücadelesiyle kolonyalizmi aştığı gerçeğiyle yakınlaşabilir. Veysi Aktaş’ın “Barış ve Demokratik Toplum” konferansındaki çağrısını bu yönde anlamak gerekir. (https://yeniyasamgazetesi9.com/veysi-aktas-iktidar-gibi-solun-da-ezberleri-var-bunlari-asmak-lazim/). Dolayısıyla yazının başında sorduğumuz sorunun cevabını şimdi tekrardan düşünebiliriz: İnsanlar, Öcalan’ı ilk kez okudukları için veya onun teorisine fazlasıyla aşina oldukları için eleştiri sırasına girmediler. Onun yarattığı etki gücünün ve Marksizm-Leninizme yönelik devrimci müdahalesinin bir yaşam, komünalist bir bedenleşme ürettiğinin farkında oldukları için bu sıraya girdiler. İşte bu bedenleşmenin ve yaşamın arkasında “Marx-ötesi Marx” olarak bir Öcalan mevcut ki, en önemlisi “kendisine ait bir Öcalan”…
Bu etki gücüne dair ise belki de en iyi anlatımı, son günlerde hızlıca yayılan, Holloway’in aynı konferanstaki ifadesindeki gibi, “kapitalizmin karanlığında 11.000 km öteden parlayan bir ışık” şeklinde tarif edebiliriz (https://yeniyasamgazetesi9.com/narin-nadirova-kurtlerin-haklari-neden-hala-taninmiyor/). Elbette ki, bu etki gücüne kimse kapılmak/bu ışığı yakalamak zorunda değil ya da 11.000 km’den görülen ışığı, en yakınındaki sizler de görmek zorunda değilsiniz? Meseleyi, “Öcalan’ın Kürt olması üzerinden eleştirilmesi” ekseninde okuyan bir anti-kolonyalizmden bahsetmiyoruz. Bu dar anti-kolonyalizmi Kürt Özgürlük Hareketi çoktan aşmıştır. Kürt Özgürlük Hareketi, bilinen anlamda bir anti-kolonyalizm hareketi değildir. Kapitalizmin kurucu dinamiklerine sabotaj olarak işlevlenmiş bir sınıfsızlaştırma hareketidir. Zira her defasında Öcalan’ın “kürt olmasını problem etmiyoruz” diyerek savunduğunuz şeyin tam da kolonyal arzu pratiği olduğunu söylemek gerek. Kendinizi ele verdiğinizi bu savunmanın…
Buradaki tuhaf/kötürümleşmiş durum ise Öcalan’ın külliyatına dair ellerinde, bayat benzetmelere sıkışmış ciddiye alınacak bir çözümleme ve birikim olmaması. Bu yüzden o, hep bir benzetme yoluyla eleştirilmeye çalışılmakta. Elbette ki, hiçbir devrimci teorisyen “kendinde” olarak düşünülmez. Diğer teoriler ve teorisyenlerle bağı söz konusudur. Ancak bu noktada altı çizilmesi gereken şey, önderliğin bu kolonyal eleştirel hat içerisinde “kendisine ait bir Öcalan” olarak anlaşılmaktan alıkonulmasıdır. Kolonyal arzu, Öcalan’ı “kendisine ait bir Öcalan” olarak kabul etmemekte yukarıda da değindiğimiz panik nedeniyle ısrarcı. Burada adını sayamayacağımız ve Marksizmin gerisi! olarak tarif edilen birçok teorisyene atıfla ortaya çıkan bu alıkoyma çabası, açık bir kolonyal arzunun tezahürü olarak çalışıyor.
Ancak bu tabloda emin adımlarla yolumuza devam etmesi gereken bizleriz. Ve elbette ki, bu yolda tıpkı diğer tüm devrimciler için söz konusu olduğu gibi “Öcalan’ı kendisine ait bir Öcalan” olarak kabul eden tüm halkların ve devrimcilerinin yoldaşlıklarına ihtiyacımız var.









