Savaş ihtirasıyla yanıp tutuşan, savaşın hangi yıkımları, hangi katliamları, hangi acıları doğurduğunu, çoğalttığını umursamayanlar, elbette barışın dilini de bilmezler. Ki çoğu zaman bu acılar onların kapısında değildir. Gazete köşelerinden, TV ekranlarından, sosyal medya mecralarından savaş kusan dillerin sahiplerinin yaşamlarına bakın eğer savaş ticareti erbabı değillerse savaşın kıyısından ne kadar uzak olduklarını göreceksiniz. O ya da bu sebeple vuku bulan savaş bir gün mutlak nihayete erecektir. Savaşan taraflar bir araya gelmek, müzakere etmek ve yeniden barışın hâkim olduğu bir iklim yaratmak zorundadırlar. Kimsenin illa nihayet sürdürülecek bir savaştan kazançlı çıkması mümkün değildir. Barışın, asgari düzeyde bir hakkaniyet içermesi ve onurlu bir barış olması, barışın kalıcılığı açısından son derece önemlidir. Bu yüzden barışı doğuracak müzakere süreçlerinin adımlarının atılmaya başlanmasından itibaren savaşın acısını yaşamış, kayıplar yaşamış insanların incinmemesini, yaralarının kanamamasını sağlamak için savaşan taraflar dikkatli bir dil kullanmaya özen gösterirler. Bu bütün dünyada tarih boyunca yürütülmüş savaş ve barış deneyimlerinden süzülüp gelen bir teamüldür. Taraflardan biri mağlup diğeri galiptir yahut yenişememişlerdir, pata pat bir durum vardır. Barış ve müzakere sürecine girilmişse artık bunun hiçbir önemi yoktur. Önemli olan barış ikliminin zehirlenmemesidir.
Koşullar gerektirdiğinde onurlu bir barışı sağlayacak olgunluğa, ferasete sahip olamayanlar, kazandıklarını sandıkları zaferin onlara bir Pirus Zaferi olarak dönmesini engelleyemezler. Kullandıkları nefret dolu, şiddete davetkar, tahkir edici, onur kırıcı dil, toplumsal zemine oturmuş, yerleşik bir dil haline gelir. Bu dil toplumsal bilinci, kitlelerin bilincini, zihnini zehirler. Karşı taraf için kurdukları bu şiddet dili, kendi içinde kendisine dönmeye, kendi içinde ciddi bir şiddet iklimi yaratmaya başlar. Ki bu dilin aslında Türkiye toplumunu ne kadar zehirlediği, Türkiye toplumunun ne kadar agresif, sorunları ne kadar şiddet yoluyla çözen bir toplum olmaya başladığı herkesin malumu. Ve bu mesele sosyal psikoloji alanının çok ciddi bir inceleme konusu. Fakat bir bilim toplumu değil bir savaş ve hamaset toplumu geliştirildiği için bu konulara kafa yoran bilim insanları da yok denecek kadar az neredeyse.
Bir yüz yıldır Kürtleri aşağılıyorsunuz, en meşru taleplerini en acımazsız şiddet yöntemleriyle bastırıyorsunuz. Bir yüz yıl süren zulme rağmen Kürtlerin kahır ekseriyetinde Türklüğe dair aşağılayıcı, tahkir edici bir dile rastlayamazsınız. Bu büyük bir olgunluk ve ferasettir. Bulunduğu, kendini tarih sahnesine çıkardığı coğrafyanın kadim tarih ve geleneğinin ona sunduğu bir meziyettir. Bu bir ideolojik ve paradigmal gelişmişliğin nişanesidir. Kürtler, tüm yaşadıkları baskılara, gördükleri eziyetlere, çektikleri acılara rağmen ne zaman bir barış imkanı doğmuşsa, bu imkanı sonuna kadar zorlamışlardır. Barış iklimi zehirlenmesin diye son derece özenli bir dil kullanmaya dikkat etmişlerdir. Onurlu bir barışta ısrar ederken, asla karşı tarafı incitecek söylemler geliştirmemişlerdirler.
Bir müzakere süreci yürürken, nerdeyse en az bir yüz yıldır devam eden, binlerce insanın hayatını kaybettiği, ülke kaynaklarının büyük çoğunluğunun silaha harcandığı bir savaşın belki de gerçekten sona erme ihtimalinin belirdiği, tarihin denk geldiği zaman diliminin her iki tarafı da buna mecbur kıldığı koşullarda siz kendinizi muzaffer ilan edip, mütemadiyen karşı tarafı “teslim ol, diz çök, aman dile, yoksa gömüleceksin, kazınacaksın, yok edileceksin” diye tahkir edersen buradan onurlu bir barış çıkmaz. Bir tarafın tahkirinde ısrarlı olan barış, onurlu bir barış değildir. Onurlu olmayan bir barış asla kalıcı bir barışa dönüşemez. Türkiye toplumunda siyasetten eğitime, bilimden sanata yaşamın her alanında ötekine dair geliştirilmiş ve ne yazık ki artık yerleşik hale gelmiş olan hamaset, tahkir ve küfür dili, barışın önündeki en büyük engeldir.