Esad rejiminin devrilmesiyle Ortadoğu’da yeni bir güne uyandık. Soğuk Savaş’ın özel siyasi ikliminde yeşermiş olan Baasçı ideolojinin son kalesi olan Esad rejimi yıkıldı. Böylece Ortadoğu’daki en katı ulusçu ve ulus devletçi egemenden biri daha tarih sahnesinde yerini aldı.
Esad’ın devrilmesi ve İsrail’in müdahaleleriyle birlikte Ortadoğu birçok düzlemde yeni arayışlara sahne araladı. İlk olarak jeopolitik düzleme bakarsak, Ortadoğu jeopolitiği yüz yıl sonra köklü bir dönüşüm geçiriyor. Artık ulus-devletçi egemenlik biçiminin Ortadoğu’da yaşaması ve moda trend olması mümkün değil. Sovyetlerin yıkılışından beri anlamsızlaşan ulusalcı ve ulus-devletçi anlayışlar yerini yeni egemenlik biçimlerine bırakıyor. Bu çözülme ve yerine ikame edilecek jeopolitiğin etnik ve dinsel lenslerden kurtularak oluşturulması Ortadoğu’nun geleceğinde bir yenilik ortaya çıkarabilir.
İdeolojik-politik düzlemde ise tarihsel kırılmalar yaşanıyor. Ortadoğu’nun geleceği, İslamcılığın tarihsel serüvenini ciddi anlamda etkileyecek. İslamcılık her tonuyla tarihsel ve toplumsal bir sınamadan geçiyor. Muhalefetteki iddialarının iktidara geldiğinde veya marja düştüğünde bütünen ortadan kaybolduğu, hatta kimi zaman zıddına dönüştüğünü deneyimleyen bir coğrafya ve milyonlarca insana, bir kez daha kendisini anlamlı bir şekilde ifade etmek ve hikayesini yeniden yazmak zorunluluğuyla karşı karşıya. Öte yandan İslamcılığın veya herhangi bir etno-dinsel ideolojinin dışında duran eşitlik, adalet, demokrasi, özgürlük gibi temel ilkeler etrafında örgütlenen bir model, siyasetin kültürel ve dinsel alandan kurtulmasını sağlayarak Ortadoğu’nun geleceğinde pozitif sonuçlar doğurabilir.
Peki bu manzarada Türkiye nerede duruyor?
İsrail, Türkiye ve Arap monarşileri kendi Ortadoğu projelerini hayata geçirmek istiyor ve Suriye bir laboratuvar olarak duruyor. Dolayısıyla Suriye’yi eksenine alan perspektifler jeopolitik ve ideolojik-politik düzlemlere dair kendi karakterini ve kapsamını ortaya koyuyor.
Türkiye, Ortadoğu’da zamanın hızlandığı aralığa Barış Süreci’ne başlayarak girdi. Ve güçlü bir stratejik hamle yapmış oldu. “İç barış” etrafında atılan adımlar, Türkiye’nin en büyük risk merkezlerinden birini ortadan kaldırma imkânı yarattı. Böylece yeni Ortadoğu “savaşımında” rakiplerine karşı daha sağlam bir zemine oturma ihtimali ortaya çıktı.
Fakat AKP-MHP’nin reel-politik hamleleri, jeopolitik ve ideolojik-politik tutumuyla kendi kendisini boşa düşürüyor. Reel-politikte 22 Ekim hamlesiyle kazanılan ivme, Suriye özelinde alınan jeopolitik ve ideolojik-politik yanlış tutumla baş aşağı çakılma ihtimalini doğuruyor.
Bu yönetsel akıl, küresel ve bölgesel gidişatın farkına bile varamıyor. Herkes akıntıyla birlikte yüzmeye çalışırken, bu akıl akıntıya karşı yüzmeye çalışıyor. Hem de ekonomik ve toplumsal dinamikler açısından en kötü olduğu dönemlerden birinde bunu yapmaya çalışıyor.
Suriye özelinde merkeziyetçiliği savunarak aslında hem Kürtlere “statü sahibi olamazsınız” mesajı iletiyor hem de tüm Suriye’ye “demokratikleşemezsiniz, etno-dinsel (Arap-Sünni) egemenlik altında yaşayacaksınız” buyurganlığında bulunuyor. Dolayısıyla hem yerleşmeye başlayan yeni egemenlik biçimini pas geçiyor hem Türkiye için reel-politikte attığı adımı Suriye’deki merkeziyetçilik ısrarıyla boşa düşürme zemini yaratıyor hem de Ortadoğu baştan sona yeniden düzenlenirken kendi vizyonunu herkese bu şekilde göstererek eskinin kötü bir kopyasında ısrar ettiğini ilan ediyor.
İktidar, yüz yıllık ulus-devletçi egemenlik biçiminden kopma, kendini güncelleme, Kürtlerle gerçek bir barışın eşitlik, adalet ve özgürlükler üzerinden gerçekleşeceğini kabullenme, İslamcılıkta dönüşüm tarihsel zorunluluğunu görme, piyasa ekonomisine imanla yurt ve insan sevme gerçekliği arasındaki uçuruma yeni gerekçeler üretme gibi bağlamlarda ciddi bir testle karşı karşıya. Suriye politikasında köklü bir değişiklik olmadıkça bu testlerden geçeceğine olan inancın gelişmesi çok zor görünüyor.
Burada muhalefetin Suriye üzerinden konuşulan her konunun hem nedenleri hem de sonuçları itibariyle jeopolitik ve ideolojik-politik meseleler olduğunu; Suriye’ye dair konuşurken aslında yeni Ortadoğu ve yeni Türkiye’ye dair konuşulduğunu görmesi gerekiyor. Misal muhalefetin önünde şu soru duruyor: Suriye’de ideolojik-politik ilhamını HTŞ’den alan Arap milliyetçiliği ile soslanmış merkeziyetçi bir rejimle mi komşu olarak yaşamayı istiyor? Veyahut eşit yurttaşlığa dayalı, farklı kimliklerin tanındığı, demokratik, özgürlükçü anayasal bir âdem-i merkeziyetçi Suriye’yle mi birlikte yaşamak istiyor?
İktidarın 20. yüzyılda kaldığı bir denklemde, 86 milyona 21. yüzyılda olduğunu göstermek muhalefetin sorumluluğu değil mi?
Unutulmamalı ki, toplumları motive eden ve hareket ettiren geçmişin kötü hatıraları ve deneyimleri değil, geleceğin güzel umutlarıdır.