Bugün Ortadoğu’daki kaostan en az zararla çıkmanın yolu, toplumsal demokrasiyi egemen kılmak ve farklılıkları kabul etmektir. Tarih boyunca bölgeye gelen egemen güçler, yerel din, dil ve kültürel çeşitliliği tanıyarak uzun süre ayakta kalmıştır
Remzi Coşkun
Ortadoğu’da süreklilik kazanan savaş senaryolarının arka planında yalnızca sömürü anlayışı yoktur. Burada Batı ile Ortadoğu arasındaki tarihsel çekişme vardır ve bu çekişme, uzun yıllardır alevlenen bir mücadelenin fitilini sürekli olarak yeniden ateşlemektedir. Tarihte olduğu gibi bugün de bu coğrafya, “var olma” mücadelesi vermektedir.
Devletin ortaya çıkmasıyla başlayan güç mücadeleleri, dinamiklerini yitirmeden günümüze kadar uzanmıştır. İlk kutuplu dönemi Truva ve Yunan savaşlarıyla kıyaslarsak, bu coğrafyadan göç eden toplulukların yeniden bölgeye dönme çabaları olarak da yorumlayabiliriz. Mezopotamya’dan Anadolu’ya, oradan Girit Adası’na ve nihayetinde Avrupa kıtasına yayılan toplumlar arasındaki mücadele, Truva’nın Prensesi’nin kaçırılması efsanesiyle sembolleşse de asıl hedef, Karadeniz’e açılan Çanakkale Boğazı’nın hâkimiyet savaşıdır. Bugün emperyalist güçler, sömürgecilik yerine “demokrasi” söylemini kullanarak Ortadoğu’da savaş yürütüyorsa, o gün de savaşın gerçek amacı gizlenerek halk “Prenses meselesi” ne ikna edilmiştir.
Yunanlar, Batı ittifakını kurma çabasıyla tarihte ilk kıta ordusu oluşturma adımını yine bu dönemde atmışlardır. Herodot’un tarih kitabında Perslere karşı Avrupa kıta ordusu kurma gayretlerinin, günümüzde Ortadoğu’ya müdahale eden Avrupa veya Hristiyan güçlerin ideolojik temelini oluşturduğu vurgulanır. Termopylae Savaşı, Pers hegemonyasına karşı savunma niteliği taşırken; Truva Savaşı, Batı ittifakının bölgeye karşı saldırı stratejisinin simgesidir. On yıl süren direnişin ardından kurnaz bir hileyle sıra dışı bir taktik (Truva Atı) kullanılarak şehri düşürdüler. Bugün de emperyalist güçler, Truva Atı misali kukla devletler ve iç paydaşlar aracılığıyla iç savaşları kışkırtmaktadır. Bu atlar doğru tespit edilip bertaraf edilmediği sürece kaos devam edecektir.
Batılı toplumlar, M.S. 325 yılında İznik Konsülü’nden sonra kültürel farklılıkları yok etmek için evrensel bir kültür inşa etme yoluna gitmişlerdir. Hristiyanlığın yayılmasıyla birlikte İncil’in dört kitabı, “devlet düzenini en iyi koruyan” metinler olarak kabul edilmiş; Ortadoğu ve Anadolu’daki pek çok yerel kültür ortadan kaldırılarak ortak bir dinî ve kültürel kimlik yaratılmıştır. 1096–1099 yıllarında düzenlenen birinci Haçlı Seferi, dinî bir kılıf adı altında Doğu Roma’yı kurtarma ve ticaret yollarını güvence altına alma amacı güdüyordu. Bunun sonucunda yüz binin üzerinde insan hayatını yitirdi, topraklar talan edildi. Avrupa’ya götürülen barut, kâğıt ve pusula gibi teknolojiler, karanlık çağın sonunu hazırlarken, bölgenin bilimsel mirası da Batı’ya taşındı.
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın savunmalarında belirttiği gibi, “Ortadoğu’da son iki yüz yılda yaşanan çatışmaları uygarlık hegemonyasından ziyade kültürel bir çatışma olarak görmek gerekir. Kanuni Sultan Süleyman’dan sonra başlayan süreç, 19. yüzyıla kadar Batı Avrupa kapitalizmi lehine sürdü. 19. yüzyılda bölgeye yerleşen Avrupa ülkeleri, karşılarında yalnızca iktidar çarpışmasını değil, aynı zamanda kapitalist moderniteye direnç gösteren sosyal dinamikleri buldular.” Bu tespit, günümüzde süren çatışmanın özünde “devletler sistemi” ile “devletsiz toplum” arasındaki varlık mücadelesi olduğunu gösterir. Çok uluslu bir coğrafyada ulus-devlet modeli işlemez; sömürge anlayışına direnen, devletsiz bir toplumsal yapı öne çıkar. Dolayısıyla kapitalist sistemin çöküşü, demokratik toplumun yükselişi demektir.
Bugün Ortadoğu’daki kaostan en az zararla çıkmanın yolu, toplumsal demokrasiyi egemen kılmak ve farklılıkları kabul etmektir. Tarih boyunca bölgeye gelen egemen güçler, yerel din, dil ve kültürel çeşitliliği tanıyarak uzun süre ayakta kalmıştır. Kültürel farklılıkları hiçe saydıkları an ise tarih sahnesinden silinmişlerdir. Asur İmparatorluğu bunun en iyi örneklerinden biridir. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından dayatılan ulus-devlet anlayışı, bölgeye kaos taşımanın eşdeğeridir. Türkiye Cumhuriyeti de Ortadoğu karmaşasını iyi analiz etmeden eski Osmanlı hayali peşinde yürüyemez.
27 Şubat tarihinde Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan tarafından başlatılan yeni süreç, Ortadoğu’daki kaosun sona ermesinin ilk adımıdır. Türkiye, eşitlikçi, özgürlükçü ve tüm kesimleri kapsayan toplumsal bir sözleşme hazırlayarak emperyalizmin etkisini kırabilir. Aksi takdirde, hızla yayılan İsrail destekli savaş, tüm bölgeyi ve dünyayı yangın yerine çevirebilir ve çevirmesi de an meselesi. Sorunun çözümü ise demokratik ulus bilinciyle yerel ve bölgesel yönetimleri güçlendirmekten geçer.
Öcalan’ın da vurguladığı gibi, “Demokratik modernite bir ütopya değil; binlerce yıllık kültürel geleneğe, o geleneğin güncel birikimine dayanır. Toplumsal gelenekle kopuk bir modernite düşünülemez.” Sorunun tarihsel kökenlerini kavrayan toplumlar, ancak demokratik barışı benimseyerek güçlü bir çıkış yapabilirler.