Dünya çapında artan otoriterliğin, militarizmin, savaşların, demokratik gerileme ve kutuplaşmanın damgasını vurduğu bir çağda, barışa, çoğulculuğa ve demokrasiye olan ihtiyaç hiç bu kadar acil olmamıştı.
Sırat Köprüsü’ndeki Türkiye
Böyle bir Dünyada, Türkiye Sırat Köprüsü’nden geçmeye çalışıyor. Mart ayında ülkenin en temel sorunlarından biri olan ‘Kürt Sorunu’nun barışçıl yollarla çözümüne ilişkin olarak başlatılan süreç ağır aksak yürüyor.
Bu süreçte PKK’nin kendini fesih etme kararının ardından, Kurban Bayramından önce çıkarılan İnfaz Yasası ile cezaevlerindeki binlerce siyasi tutuklunun, gazetecinin, öğrencinin serbest bırakılması beklenirken bu gerçekleşmedi. Bu durum, başta Kürtler olmak üzere, tüm demokratik muhalefette büyük bir hayal kırıklığına yol açtı. Ekim ayında yeni düzenlemeler yapılacağı ileri sürülse de bu konudaki beklenti giderek azalıyor.
Barışın toplumsallaşması gerekiyor ancak bunun önündeki en büyük engel sürecin taraflarından bir olan siyasal iktidarın ve onun kontrol ettiği devletin işi ağırdan alırken otoriterliği tam gaz sürdürmesi, özellikle de CHP’li belediyelere yaptığı operasyonları genişletmesi.
Yani toplum sadece barışın değil, 15 Temmuz 2016 Darbe Girişimi sonrasında rafa kaldırılan (eksikli de olsa) demokrasiye geri dönüşün de sağlanmasını talep ediyor. Ancak böyle bir otoriter iktidar ile bırakın demokratikleşmenin sağlanmasını, barışın nasıl sağlanacağı ve kalıcı hale getirilebileceği ve demokratik bir anayasanın nasıl yapılabileceği de büyük soru işaretleri olarak önümüzde duruyor.
Bugünkü yazımız barışın inşası ile birlikte yürütülmesi gereken demokratikleşme mücadelesi üzerine. Yani iki bölümden oluşan yazımız, otoriter bir rejimde demokratikleşmenin nasıl sağlanabileceğine ve buna ilişkin mücadele yöntemlerine ilişkin. Bunun için de büyük ölçüde, Amerikalı yazar, anti-otoriterlik uzmanı Scot Nakagawa’nın çalışmalarına başvuracağız.
Nakagawa modern otoriterliğin askeri darbelerin ötesine geçerek sofistike demokratik erozyon stratejilerine evrildiğini ileri sürüyor. Ona göre, modern otoriterlik kabaca üç biçimde işliyor: (i) Kurumların ele geçirilmesi, (ii) bilgi savaşları, (iii) toplumsal kutuplaşma. (1)
Kurumların Ele Geçirilmesi
İlk olarak, modern otoriterler demokratik kurumları ortadan kaldırmak yerine, onları içeriden işlevsizleştirirler. Bu süreçte, iktidara sadık kadroları yargıya dahil etmek amacıyla mahkeme yapıları yeniden düzenlenir; kimi zaman belirli yetkilerle donatılmış özel mahkemeler kurularak (örneğin 2014 yılında kurulan Sulh Ceza Hakimlikleri gibi), yargının bağımsızlığına yönelik ciddi müdahalelerde bulunulur. Bağımsız yargıçlar ya pasif görevlere çekilir ya da zorla emekliliğe sevk edilir; paralel yargı düzenekleriyle adaletin tarafsızlığı zedelenir.
Sonuç olarak, mahkemeler başta olmak üzere, genel olarak yargı kurumu ele geçirilir ve iktidarın muhalefeti bastırmak, toplumu hizaya sokmak ve kendi meşruiyetini tesis etmek için kullandığı bir aygıta dönüştürülür.
Nitekim bunun en somut iki örneği; Polonya’da Hukuk ve Adalet Partisi’nin yargıyı sistematik olarak denetim altına alması ve Türkiye’de Adalet ve Kalkınma Partisi’nin yargıyı, muhalefeti kendi siyasal çizgisine göre dizayn etmek amacıyla araçsallaştırmasıdır.
Seçim Manipülasyonları
Otoriterler ayrıca seçimleri manipüle ederler. İktidar partilerinin zaferi garantilemek için stratejik taksimat (seçim bölgelerinin iktidar partileri lehine yeniden belirlenmesi), muhalifleri hedef alan seçmen baskısı, medya aracılığıyla çarpıtıcı dezenformasyon kampanyaları ve kamu kaynaklarının kötüye kullanılması bu yöntemlerin başında gelir.
Buna en iyi örnek Macaristan’da Fidesz’in seçimleri sürdürürken eşit olmayan bir yarışma alanı yaratması ve Türkiye’deki son yıllarda yapılan seçimlerde yaşananlar verilebilir.
Bürokratik Tasfiye
Modern otokratlar bürokraside tasfiye yaparlar. Profesyonel/liyakatli devlet memurlarını görevden alırlar ya da istifaya zorlarlar, paralel yapılar oluştururlar, merkez bankası gibi tarafsız kalması gereken kurumları siyasileştirirler, yolsuzlukla mücadeleyi ise muhalefeti örselemek amacıyla, seçici olarak kullanılırlar.
Bu konudaki en somut örnek, 15 Temmuz 2016 Darbe Girişiminin ardından üniversiteler başta olmak üzere Türkiye’deki kurumlarda yaşanan tasfiyeler ve DEM’li belediyelere kayyım atanması ve CHP’li belediyelere yönelik yolsuzluk soruşturmaları ve tutuklamalar gösterilebilir.
Bilgi Savaşları
İkinci olarak, modern otoriterler bilgiyi kontrol etmenin insanları kontrol etmekten daha kolay olduğunu çok iyi bildiklerinden, bilgi savaşı yürütürler.
Bunun için sırasıyla medyayı ele geçirirler (yandaş sermaye grupları aracılığıyla bağımsız yayın organlarını satın alırlar), eleştirel medyaya dönük reklam boykotları organize ederler, muhalif TV kanallarına kapatma ya da para cezası verirler, eleştirel gazetecilere sistematik taciz uygularlar, gerektiğinde onları tutuklarlar, kısaca devletin tam kontrolünde bir medya imparatorluğu yaratırlar.
Çarpıtma Ve Dezenformasyon Kampanyaları
Ayrıca modern otoriterler, dezenformasyon kampanyaları yürütürler. Toplumu yanlış bilgilerle bombardımana tabi tutarlar, iktidar partisi destekçileri için inanacakları alternatif gerçeklik yaratırlar, bağımsız haber kaynaklarını itibarsızlaştırırlar ve bu amaçlar için sosyal medya algoritmalarından yararlanırlar.
Nitekim eski Filipinler Devlet Başkanı Duterte’nin Filipinler’deki cani rejimi (2016-2022), dijital çağ otoriterliğinin somut bir örneğidir. Duterte, devlet başkanlığı döneminde binlerce yargısız infazı yönetirken bile yüzde 70’in üzerinde bir onay oranına sahipti. Sosyal medyayı ele geçirerek ve onu bir dezenformasyon makinesine dönüştürerek ulusal anlatının kontrolünü ele geçirdi. Duterte bilgi ekosistemini kontrol etmenin, anlatıyı kontrol etmek için bu platformu kullanmak anlamına geldiğini kavradı ve geleneksel medya kuruluşlarını kapatmasına gerek olmaksızın, sadece etkili insanlar, troller ve iktidara iman edenlerden oluşan koordineli ağlar aracılığıyla paralel bir gerçeklik inşa ederek onları etkisiz ve alakasız hale getirdi.
Nakagawa’ya göre, “rehavete kapılmamak gerekiyor. Dijital taktikler sistematik olarak uygulandığında demokratik normları hızla aşındırabiliyor. En önemlisi, bunun sadece Duterte veya herhangi bir liderle ilgili olmadığını anlamak gerekiyor. Bu, demokratik kurumların cephesi içinde çalışan otokratik kontrol için tekrarlanabilir bir modelle ilgilidir. Filipinler sadece uyarıcı bir hikâye değil, dijital otoriterlik kontrolsüz kaldığında neler olabileceğinin bir ön göstergesidir. (2) Kuşkusuz Türkiye de bundan muaf değil.
Keza otoriterler ders kitaplarının rejimi destekleyecek şekilde yeniden yazılması, ulusal anlatıyı kontrol etmek, alternatif tarihlerin kriminalize edilmesi ve toplumsal hafızayı yok etmek için tarihsel bir revizyona başvururlar.
George Orwell ünlü eseri ‘1984’te, “geçmişi kontrol eden geleceği kontrol eder. Bugünü kontrol eden geçmişi kontrol eder” diye yazmıştı. Bugün endişe verici bir şekilde, tarihin belirli bir gündeme hizmet etmek üzere yeniden yazılması gözlerimizin önünde cereyan ediyor.
Aslında tarihin propagandist bir versiyonu uzun zamandır otoriter-faşist rejimlerin bir aracı oldu. Örneğin Naziler özgür düşüncenin otoriterlikle bir arada var olamayacağına inanıyorlardı. Tartışmayı önlemek ve toplumsal söyleme hâkim olabilmek için kendi yazdıkları resmi tarihi dikte ettiler.
Toplumun Kutuplaştırılması, Kültür Savaşları ve Ekonomik Popülizm
Üçüncü olarak, otoriter rejimler toplumu kutuplaştırırlar. Çünkü toplumu kutuplaştırarak bölmek onu yönetmeyi kolaylaştırır. “Biz ve onlar” politikası ile “ülke düşmanları” belirlenir, “insanlıktan çıkan muhalefet” Şeytanlaştırılıp teşhir edilir, terör ya da organize suç örgütleriyle mücadele adı altında toplum açısından varoluşsal riskler yaratılır, böylece baskı düzeni meşrulaştırılır.
Nitekim Duterte’nin etkin sosyal medya kullanımı, muhalif seslerin genellikle devlet düşmanı olarak etiketlendiği derin bir kutuplaşmayı artırdı. Bu ortam yapıcı söylemi bastırdı ve muhalefeti marjinalleştirdi, dijital kanallar aracılığıyla yayılan sıkı kontrollü bir anlatı içinde iktidarı pekiştirdi.
Ayrıca “kültür savaşları” ile geleneksel değerler militarize edilir, silahlandırılır, ahlaki panikler yaratılır, kozmopolit seçkinlere saldırılır, dindar muhafazakârlar, dini cemaatler harekete geçirilir. “Ekonomik Popülizm” ile ekonomik sorunlar azınlıklara, ötekileştirilen kimliklere ya da göçmenlere yüklenilir.
Bu arada bilinçli bir biçimde sorunlara karşı son derece basit çözümler vaat edilir, iktidar destekçilerine yeniden bölüşüm pastasından yeni imkanlar sağlanırken, mevcutlar sürdürülür, rakip işletmeler ve sermaye grupları ise iş yapmaları zorlaştırılarak cezalandırılır (3), hatta ileri gidenlere kayyım atanır.
Üç Ayaklı Mücadele
Böyle bir otoriter rejimin varlığı altında, barış ve demokratikleşme (ve emek) mücadelesi bir arada yürütülmek zorundadır. Çünkü ancak böyle bir mücadele otoriter rejimi geriletip, demokrasinin ve barışın önünü açabilir. Bu da emekçilerin haklarının korunmasını ve genişletilmesini sağlayabilir. Türkiye’deki özel koşullar gereği barış ve demokrasi mücadelesi iç içe geçtiğinden birinin başarısı diğerinin başarısını da sağlayacaktır (ya da tersi).
Diğer yandan bu üç ayağın bir araya gelmemesi için otoriter rejim her türlü araca başvurur. Bu nedenle de ülkedeki zorlukların başında bu üçlünün birlikte mücadelesinin nasıl sağlanacağı konusu geliyor. Ayrıca nasıl bir demokratikleşme ve demokrasiden söz edildiğinin de netleştirilmesi gerekiyor.
Demokratikleşmenin Olmazsa Olmazı “Çoğulculuk”
Kuşkusuz çoğulcu demokrasiden söz ediyoruz. Çoğulculuksa, farklılıklara ve çeşitliliğe hoşgörü göstermekten çok daha fazlasını temsil ediyor, demokratik yönetimi mümkün ve sürdürülebilir kılan bir zaruri temel örgütlenme ilkesini oluşturuyor.
Demokrasi çoğulculuk olmadan işleyemez çünkü demokratik yönetim doğası gereği anlaşmazlıkların barışçıl ve meşru süreçlerle yönetilmesini gerektirir. Demokrasinin temel vaadi olan insanların kendi kendilerini yönetmesi, bazı grupların dışlanması veya ikincilleştirilmesi halinde anlamsız hale gelir.
Çeşitlilik ve Çoğulculuk Farkı
Bu noktada “çeşitlilik” ve “çoğulculuk” arasındaki farkın netleştirilmesi gerekiyor. Çünkü çeşitlilik bir toplumdaki basit farklılık gerçeğini ifade ederken, çoğulculuk bu çeşitliliği yapıcı bir şekilde yönetmeye yönelik bilinçli bir siyasi ve kurumsal taahhüdü temsil eder.
Çoğulculuk sırasıyla; farklı grupları sadece hoş görmek değil, aktif olarak korumak anlamında ‘Aktif Koruma’yı; çeşitliliği barındıran ve kanalize eden yapılar oluşturmak anlamında ‘Kurumsal Tasarım’ı; karşılıklı saygı ve uzlaşma normlarının geliştirilmesi anlamında ‘Siyasal Kültür’ü; tüm grupların kanun önünde eşit konumda olmasını sağlamak anlamında ‘Yasal Eşitliği’ ve tüm grupların kararları etkilemesi için yollar yaratmak anlamında ‘Katılımcı Demokrasi Mekanizmalarını’ kapsar. (4)
Eşit Yurttaşlık ve Statü Hakları
Çoğulculuk, yöneticilerin keyfi iradesi veya belirli etnik veya dini grupların hakimiyeti yerine, ortak sivil çerçeveler tarafından yönetilen bir toplum veya sistem içindeki çeşitliliğin tanınması, kabul edilmesi ve kurumsallaştırılması olarak tanımlanabilir. Çoklu meşru bakış açılarının, kimliklerin ve yaşam biçimlerinin, bu çeşitliliği bastırmak yerine, onları koruyan tarafsız yasalar ve kurumlar altında bir arada var olabileceği ilkesine bağlı olarak işler. Bu bağlamda Türkiye’de “eşit yurttaşlık”, “ana dilde eğitim hakkı” ve ezilen kimliklerin “statü hakları” demokratik çoğulculuğun bir gereğidir.
Başarılı bir şekilde uygulandığında, çoğulcu demokrasi şunları sunabilir: Çeşitliliğin barışçıl yönetimi, meşru ve etkin yönetim, insan onuru ve haklarının korunması, ekonomik dinamizm ve yenilikçilik, farklılıklara rağmen sosyal uyum, çeşitli tehditlere karşı dayanıklılık ve sürekli iyileştirme olanakları.
Diğer yandan, çoğulcu (ve katılımcı) bir demokrasi için tek bir siyasal partinin ya da ideolojinin mutlak hakimiyeti söz konusu olmamalı, her türden siyasal parti ve ideolojiye örgütlenme hakkı tanınmalıdır. Farklı kültürel geleneklere ve uygulamalara saygı duyulmalı ve bunlar korunmalıdır. Tüm inançlar ve inançsızlar için inanç ve uygulama özgürlüğü olmalıdır.
Kuşkusuz çoğulculuğun bir ayağı da ‘ekonomik çoğulculuk’tur. Bu, ekonomik demokrasinin yanı sıra, çeşitli ekonomik örgütlenme biçimlerinin bir arada var olmasının (özel işletmeler, işçi, çiftçi ve tüketici kooperatifleri, devlet mülkiyeti, kolektifler ve komünler) meşru olarak kabulünü gerektirir.
Devam edecek…
Dip Notlar:
- https://antiauthoritarianplaybook.substack.com/p/pluralism (6 June 2025).
- https://antiauthoritarianplaybook.substack.com/p/digital-authoritarianism (06 May 2025).
- https://antiauthoritarianplaybook.substack.com/p/pluralism (6 June 2025).
- https://antiauthoritarianplaybook.substack.com/p/pluralism (6 June 2025).