Devletin tüm aygıtlarıyla birlikte sürdürdüğü baskılara karşı inanılmaz bir sessizliğin hakim olduğu Türkiye, tam bir korku cumhuriyetine dönüşmüş durumda. Bu sessizliğin nedenleri üzerine birçok tartışma ilerlerken asıl sorunun korkudan kaynaklanan otosansürün geniş kitleler tarafından içselleştirilmiş olması olduğunu görüyoruz.
Berthol Brecht, “3. Reich’in Korku ve Sefaleti” adlı tiyatro oyununda Hitler’in Almanya’yı bir korku ülkesi haline getirerek hakim kıldığı faşizmi anlatmaktadır. Brecht oyunlarında insanlık tarihinin en sefil dönemi olan 2. Dünya Savaşı sürecinde halkların baskılar ve korkular karşısında dik durmasının ve erdemin mutlak gerekliliğine vurgu yapar. Sefaletler içinden çıkan kahramanlıkları ortaya koyarak yaşamın diyalektik bir süreç izlediğini ve her türlü baskının kendi karşıtını da ortaya çıkardığını gösterir. Brecht’in bir sözünü hatırlamanın tam zamanıdır, şöyle der Brecht, “Büyük sıçrayışı gerçekleştirmek isteyen, birkaç adım geriye gitmek zorundadır. Bugün, yarına, dünle beslenerek yol alır.”
Osmanlının son yılları ile Türkiye’nin Cumhuriyet tarihi boyunca yoksullukla kıvranmış halklarının bezgin fakirlik halini görerek adeta bir hipnoz yöntemiyle ona hakim olmayı hedefleyerek ilerlemiş ve şu an aynen Hitler’in iktidar sürecinde yaşama geçirdiği gibi savaşlar üzerinden hakimiyetini kalıcılaştırmayı hedefleyen bir iktidar yapısı ile yüz yüzeyiz. Hitler aynı hayallerle bir dönem bunu başarmış olmasına karşın, ondan korkan ve ona biat eden herkesi inanılmaz acılarla yüz yüze bırakan iktidar süreci sonunda, savaşta aldığı yenilgiyle birlikte iktidarı ve yaşamı son bulmuştu.
Toplumlarda korku duvarları, ufak çabalarla başlayan ve gittikçe toplumu saran bir güç haline gelen barış severlerce yıkılmıştır. Elbette barış zulmü yaşatanlarla yapılmaz. Onlar tarihin çöplüğüne atılırken onlara karşı canlarını ortaya koyup direnenlerin mücadeleleri kalıcı barışı ve barış içinde yaşamı yaratmışlardır. Biat ederek, boyun eğerek barış asla olmayacak. Hitler Almanyasında, Vietnam’da, Cezayir’de direnen bir avuç insanın kahramanca mücadelesi barış içinde yaşamın yolunu açmıştır.
Türkiye’de yüksek işsizlik oranına paralel olarak süren enflasyon artışı yüzde 25 olarak açıklanırken halkın temel gıda ürünleri üzerindeki enflasyon ise yüzde 51’lere ulaşmıştır. Türkiye’de yaşamın sefalet noktasına ulaşma olasılığı her geçen yıl artmaktadır. Tüm bunlara karşın halkın mevcut sistemden beklenti duyması milli-yerli-dini vb. söylemlerle ayakta tutulabiliyor. Cumhurbaşkanı ‘gazeteyle demokrasi’ olmaz sözünü eylerken amacın kırıntıya dönüşmüş haber alma özgürlüğü üzerinde baskının daha da artacağına işaret ediliyor. Bunca olup bitene karşı ise adeta otosansür uygulayan halk sessizliğini koruyor.
Sürdürülebilir kavramı son dönemlerde çokça dillendirilen bir söylem. Sürdürülebilir enerji, sürdürülebilir ekonomi, sürdürülebilir kalkınma, sürdürülebilir tarım gibi söylemlerle kapitalizm kutsanırken sürdürülebilir sözcüğü kirletiliyor. Sürdürülemez bir yolda olduklarını mevcut sistemi yürütenler de çok iyi biliyorlar. Sürdürmek istedikleri tek şeyin emek sömürüsü ve doğa yağması üzerinden sermaye birikimi yaratmak nedeniyle bu kavrama dört elle sarılıyorlar. Ancak kralın çıplak olduğunu artık kör gözler dahi görebilirken kral çıplak diyememenin ezikliği ile başlar önde yaşama tutunma eğilimi öne çıkıyor.
Peki, ezilen ve sömürülenlerin, baskı altına alınanların sermaye kadar aklı yok mu? Onlar yarattıkları kavramlar üzerinden bir politik yol çizerken, bizler bir yol neden bulamayız? Kendimize, baskı ve zulme karşı sessiz kalıp otosansür uygulayarak sefalet içinde yaşamayı reva görebiliyoruz. Oysa her şey o kadar basit ki! Bu basitliği en son 3. Havalimanı işçileri ortaya koydu. Üretimi durduran işçiler, ciddi bir saldırıya maruz kaldılar ve birçoğu tutuklandı. Ancak toprağa bir tohum bıraktılar. Ezenlere karşı ezilenlerin ne yapması gerektiğini açıkça gösterdiler.
Sevgili Selahattin Demirtaş’ın ortaya koyduğu ancak anlaşılamadığı görülen, o biat etmeyen dik duruşu Türkiye halklarına ne yapılması gerektiğinin açık işaretiydi. O, ‘halkların baskılar ve korkular karşısında dik durmasının ve erdemin mutlak gerekli’ olduğunu gösteren bir tutum aldı ve bu tutumdan geri adım da atmış değil. Brecht’in ortaya koymaya çalıştığı gibi, eğer büyük sıçrayışı göstermek istiyorsak yeterince geri gidildi ve bugünden yarına giderken dünden beslenebileceğimiz şeyler o kadar çok ki…