“Özgür olma özgürlüğü” gibi bir başlıkla makale yazmak biraz tuhaf bir çağırışım yapıyor olabilir ama burada bahsi geçen terim, çağırışım yaptığı haliyle simbiyotik bir anlama mahkum değildir. Bunun en çarpıcı örneklerinden biri de ilk devrimlerin, ilk insanların kurtuluş adına verdileri mücadelenin birebir özgürlük olduğu hakikatidir. Oysa verdikleri mücadele her ne kadar yüce bir amaca hizmet etse de birebir özgürlükle sonuçlanan bir yöntemi baz almadığı gelinen noktada ortaya çıkmıştır.
Burada kastedilen yüce amaç ve ona dair kurtuluş mücadelesi ancak mutlak ve despotik bir güçten siyaseten kurtulmakla sınırlı kalabildi tarih sahnesinde. Nitekim kurtuluşa giden yolun özgürlük olmadığını bizatihi kendi deneyimleriyle yaşayarak gördü birçoğu. Zaman zaman acı deneyimlerin sonucunda özgür olma özgürlüğü için mücadeleye başvurduklarında tanıklık ettiler kurtuluş sonrası dünyalarında. Amaçladıkları kurtuluşun mücadelenin meşkûk bir yerinden nihai özgürlüğe giden yoldan saptığını sonradan fark ettiler.
Birçoğu yer yer kendi kurdukları sistemlerin bizzat kurbanı oldular. Yani devrimlerin birçoğunun önce kendi çocuklarını yediğine tanıklık etti tarihin bu kesiti. Çünkü yüce amaç olarak lanse edilen ulusal kurtuluş mücadelelerinin temel fıtratının uzandığı yol tam da o uçurumdu. O uçurumla bizzat yüz yüze kalan Öcalan, uzun yıllar orada yükselen derin acıların masallarını dinleyerek ve hatta bizatihi yaşararak ait olduğu tarihi coğrafyanın hafızasına işlenen dünya deneyimlerinden okuyarak ulus üstü yeni bir sosyal kurgu anlamına gelen demokratik ulus paradigmasını önerdi ve bu bağlamda özgür insan savunmasını savlaştırdı. Tam da bu noktada paradigmal bir olgu olarak ortaya çıkan bu sav ulus aşırı demokratik bir özgür yurttaşlar topluluğu olarak vücut buldu tezlerinde. Çünkü o, baskı ve zulmün çarkı ne kadar ağır olursa olsun hiçbir devrimin salt o çarkı kırmak için başlatılmadığını, kitleleri ayağa kaldıran ve harekete geçiren esas şeyin her zaman özgürlük istenci ve arzusu olduğunu ama bu arzu yüklü istencin daha yolun yarısında ulus-devletin fıtratına kurban gittiğini bizatihi görmüştür.
Öcalan, başarılı her devrimin ana temasının her koşulda özgür olma özgürlüğü olduğu sonucuna vararak özgür insanın ortak paydasının özgürlük olduğunu söyleyerek yeni bir yola işaret etmiştir. Bu savdan hareketle bahsedilen özgür olma özgürlüğü özgür insanı savunma bağlamında saf bir özgürlük kuramının epistemolojisidir. Çünkü özgür olma özgürlüğü her şeyden önce, salt boyunduruktan kurtulmayla sınırlı değil, aynı zamanda insanın temel ihtiyacından doğan bir özgürlük istencidir ve doğayla insan arasında ekosistemsel bir ezgidir. Buradaki ezgisellik denklemi arkaik aktırımla medeniyet arasında alternatif bir modernite önermesidir. Özgür olma özgürlüğünün kuramsal bağlamı özgür insanı savunma fikriyatı üzerinde kurgulanmış bir mücadele biçimidir. Bu mücadele bireysel özgürlükten ziyade toplumcu bir özgürlük savunmasını esas alan evrensel bir yoldur. Buna göre, düşün dünyasının fikir evresinden bugüne kadar kuramsal bir problem olarak karşımızda duran özgürlüğün saf hali ancak toplumsal özgürlüğün temel olgularıyla sentezlenerek kapsayıcı bir şekle bürünebilir. Bu temel olguyu aynı zamanda politik (kamusal) insanın dışavurumu olarak da görmek mümkündür. Zira burada bahsedilen özgürlük tanımı özgürlüğün sadece küçük bir kısmını içerse de, özgür olma özgürlüğüyle bağdaşan toplumsal özgürlüğün ana omurgası anlamına gelmektedir. Bağlamın tam da bu safhasında Hannah Arendt’ın özgürlük diskuru devreye girer. Birçoğumuzun “kötülüğün sıradanlığı” sözünün mucidi ve aynı isimli yapıtın yazarı olarak bildiği Arendt, esasen 20. yüzyılın önemli siyaset felsefecilerden biridir. Arendt aynı zamanda özgürlük meselesine yeni bir lensle bakan çağın öncül düşünürlerindendir. Arendt, birçok varoluşçu düşünürün aksine, insanın kendini özel alandan ayrışmış bir kamusal alan içinde gerçekleştirebileceği görüşü çerçevesinde özgürlük diskurunu kurar.
Onun özgürlük diskuru birçok konuda olduğu gibi bu bağlamda da politik bir temadır, çünkü onun anlama ve kavrama çabasındaki insan varoluşsal olarak politik bir öznedir. Bu bağlamda özgürlük düşün dünyasında yer alan bir olgudur; özgürlüğün yer alması gereken özgün alan, insani ilişkiler alanı olarak kabul edilen ve siyasi alanla eşitlenen kamusal alanıdır. Ona göre, siyasetin varoluş nedeni özgürlüktür ve özgürlüğün etkin devinimi eylem alanıdır. Eylem ve siyasetin bileşkesinden ortaya çıkan yaratım ise özgür olma özgürlüğüdür ve bunun varacağı yer ise özgür insan savmasıdır
.
Bu olgusal durumu göz önünde bulundurmadan özgürlüğün anlam derinliği kavramak mümkün değildir, çünkü özgür insan savunması ancak bu yolla başarıya ulaşabilir. Onun için Arendt özgürlüğe dair savlarında, bağlımlılık ve egemenlik içermeyen bir siyasal özgürlük anlayışının diskurunu kurar ve özgürlüğü insanın iradi bir eylem şekli olarak tanımlar. Söz konusu eylemin dışavurum halini ise, başka insanların varlığına bağlı olarak, bireysel değil, kamusal bir faaliyetin içinde bulunmak şeklinde düşünür. Dolayısıyla Arendt’in özgürlük tasviri, ne negatif özgürlük ekollerin savlaştırdığı gibi bireysel kısıtlamaların olması demektir, ne de pozitif özgürlük savunucularının iddia ettiği gibi kişinin arzularını denetleme iradesine sahip olmaktır; o özgür olma özgürlüğüdür. Ona göre özgürlük, insanların birlikte hareket edip, ortak bir dünya, yani kamusal bir alan oluşturdukları zaman ortaya çıkan eylemlere bağlıdır. Özgür bir dünyanın özgürlüğü için yirminci yüzyılın başlarına kadar vaat edilmiş bu hayal ancak özgür olma özgürlüğünün ortak mücadelesiyle mümkündür.