2024 yılı, hayvan cinayetlerini meşrulaştıran yasanın çıkarılması, ‘Narin Cinayeti’ vakası ile tekrar katmerlenen kız çocuklarına yönelik şiddet ve nihayet yenidoğan çetesi olayı ile toplumsal cinnet halinin şimdilik gelebilecek en son noktası gibi görünüyor
Atilla Güney
Bu tekinsiz topraklarda, ortalama yaşamın bir günü üzerine yazmak hiç kolay değilken, geçmiş bir yıl üzerine değerlendirme yapmak akıllara ziyan olsa gerek. Kadına yönelik hız kesmeyen şiddet, gündelik rutin haline gelen iş cinayetleri siyasal iktidarın şefkatli koruyuculuğunda almış başını gidiyordu zaten. 2024 yılı, hayvan cinayetlerini meşrulaştıran yasanın çıkarılması, ‘Narin Cinayeti’ vakası ile tekrar katmerlenen kız çocuklarına yönelik şiddet ve nihayet yenidoğan çetesi olayı ile toplumsal cinnet halinin şimdilik gelebilecek en son noktası gibi görünüyor.
Hangi siyasal düzenek ve toplumsal yaşam biçiminin ne türden zorunlulukları bu kadar alçağı bir örümceğin titizliğiyle hem ağı ören, ördükçe ona takılan; atılan her ilmek bu aşağılık yaratıkları bütün uzuvlarından bu ağa mahkum eden mekanizmayı doğurur? Geçen yıl, bu soruya verilecek en uzak ve olanaksız yanıt olabilecek tek adam rejimi ve faşizm hamasi tartışmaları içerisinde geçti. Her türden kötülüğü ve şiddeti anlamsız bir tek adam rejimi söylencesinin ruh sağaltıcı basitliğine bırakmak; faşizmi basit bir burjuva siyasal rejim kategorisine indirmek 2024 yılının şiddetini en hafif biçimde atlattıracak düşünsel anti-depresan idi muhalefet için. Toplumsal barbarlığın kaynaklarına doğru iz sürmek yerine, düşünme ve fikir üretmenin faşizm koşullarında kaçınılmaz olarak metaya, jargonun da bu metalaşmış düşünsel söylevin övgüsüne dönüştüğü bir durumdayız. Bu biraz da savunmacı sosyolojik düşünmenin uzlaşmaz diyalektiğin yerini gasp etmesiyle ilgili olsa gerek.
Aslında bizleri toplum üzerine gamlı baykuş senaryoları kurgulamaya iten şey, içinde bulunduğumuz durumun siyasal terörle katmerlenmiş bir toplumsal terör hali olmasıdır. Terör kavramı, devletin elinde takla attırılarak meşru siyasal mekanizmanın dışına itilmezden önce, ‘devlet terörü’ olarak düşünce tarihindeki yerini almıştı. İlk haliyle, “iktidardaki bir partinin, grubun ya da kişinin halkın direnişini kırmak, sindirmek, yıldırmak için kurduğu korku rejimi” anlamında kullanılıyordu terör kavramı. Bugünlerde devletin, otoriter görünüm altında mütemmim cüz’ü olan terörle donanmış halde dönüşü ile karşı karşıyayız. Tabii terkisinde burjuva sivil toplumun ‘herkesin herkesle savaşı’ biçiminde vücut bulmuş anarşi ve rekabetçi piyasa şiddetini de taşıyarak.
Toplumsal yozlaşmadan çok, toplumsal terör olarak tanımlanabilecek bu durumun kuşkusuz kapitalizmin uzun erimli krizi ile de doğrudan ilişkisi vardır. Soros, 2008 krizi karşısında, “terörizmin sadece ideal bir meşruiyet değil, aynı zamanda borç yüklü piyasa ilişkilerinin zora dayalı kontrolsüz korunmasında ideal düşmanı sağladığını” ileri sürmüştü. Böylece cinayeti borsa salonlarından çıkarıp bu işi gerçekten iyi yapan, hatta bundan başka bir şey yapmayan siyasi ve toplumsal yaratıkların eline verdiler. Hedef, en zayıf halkalardır: Kapitalizm tarafından sömürülen, küçük düşürülen, hor görülen, yüzüstü bırakılan bir varlık haline gelen insanlar…
Tarihindeki en büyük ekonomik krizi yaşan bir toplumda, ortaya çıkan ekonomik eşitsizlik, ahlaki eşitsizliği de beraberinde getirdi. Bu koşullarda, nereye yöneleceğini bilmeyen soyut öfkenin, şiddet biçimine evrilmiş bir somut rızaya dönüştüğü söylenebilir. Böylece, toplum, faşizm ve şiddetin plasentası halini alır. Bu basit bir toplumsal yozlaşmadan çok daha fazlasıdır. Hayatta kalmak, ölüm korkusundan daha beter bir travmaya dönüştükçe, umudu bir ilke olmaktan çıkaran kasvetli boşluğu şiddet dolduruyor sanki. Altüst oluş dönemlerinde toplumun kahir ekseriyetinin bir kaçış yolu olarak saçma olanı rasyonelleştirmesinin en uç örneği olan iktidara verilen anlaşılmaz destekle, ahlaksızlığın erkek bireyler elinde toplumsal bir güç kaynağı haline gelmesi de açıklanmayı bekleyen travmatik bir ilişkidir. Aleni biçimde hedef göstererek öldürmek, siyasal iktidarın bu katillere aleni biçimde hoşnutlukla yüklü desteği, bu ilişkinin açıklanmaya muhtaç bir başka boyutu olsa gerek.
Siyasal karmaşa, istikrarsızlık, savaşlar, burjuva iktisatçılarının iddialarının aksine sermayenin arayıp da bulamadığı koşullardır. Ulus devlet, felaket dönemlerinde karmaşa ve korkuyu fırsat bilen yağmacı çeteler gibidir; gerçek yüzü kriz ve bunalım dönemlerinde daha aleni biçimde görülür. Bütün gayrı-insanileşmiş eylemliliğini yok etmek üzerine kurmuş bir toplum hali, üretmeden tüketmek, rantçılık, tefecilik, siyasal faşizmden çok önce bir yaşam anlayışı olarak filizlendi. Bu, devlet karşısında toplum üzerine güzellemeler dizmemizi olanaksızlaştıran bir diyalektik ilişkidir de aynı zamanda. Siyasal iktidarın alamet-i farikası haline gelen, hırsızlık, yağma, otoriter popülizmin payandası olmuş yığınları cezbeder: “Hepimiz hırsız olmaya çalışıyoruz ve devlete bu konuda hayran olmamak mümkün değil”. Ya da bizleri öldürmeye sevk eden, tarihteki en büyük seri katil olan ulus devletten başkası değildi.
Toplumsal şiddetin beslendiği, toplumsal şiddeti besleyen unsur olarak hukukun, demokratik muhalefet üzerinde bir “terör mekanizması” haline gelmesi de 2024 yılının belirgin yanlarından biriydi. Bu ülkede, yürürlükteki yegane anayasanın, Terörle Mücadele Kanunu (TMK)olduğunu ifade etmek abartı olamasa gerek. Anayasanın özgürlükleri güvence altına alan lafzına rağmen, TMK eliyle basın, düşünce, ifade, örgütlenme, toplantı ve gösteri özgürlüğü somut suç olarak görülmesi siyasal bir pratik haline dönüştü, İnsan hakları, hayvan hakları, kadına yönelik şiddet, doğanın talanına dair her türden toplumsal muhalefetin ve eylemin, TMK kapsamına sokulup engellediği bir rutinle de karşı karşıyayız artık. Bu biçimiyle, suçun olmadığı yerde akıl almaz cezalar uyduran, cezanın olduğu yerde suç görmeyen TMK’nın, devlet terörünün somut hukuki işleyişinin normatif vücut bulmuş hali olduğu söylenebilir.
Hukuk, her türden toplumsal eylemlilik karşısında terörün en aşırı biçimini üreten bir mekanizmaya dönüştürüldü. Ceza yasaları bu dünyada cehennem korkusunu ilahi buyruktan daha acımasızca ve somut biçimde hissettiren bir buyruktan öte, toplumsal huzursuzluğun da kaynağı haline getirildi. Boyunduruk altına alınmak istenen toplumsal muhalefetin mücadele araçlarını elinden alan, onu manevi çöküntüye uğratan bir şiddet aracına dönüştü hukuk. Tersinden bakıldığında, yığına en geniş biçimde suç işleme serbestliği tanıyan; suç, iktidarlarına yönelmediği sürece cezalandırmayan, hukukun katilin bile tüylerini ürpertecek derecede bir caniye dönüştüğü bir yıl geçirdik. Bu en hafif tabirle siyasal sadizmdir.
Narin cinayeti, yenidoğan çetesi gibi, iktidar tarafından vaka-i adliyeden ya da ‘çürük elma’ olarak tanımlanan olayların, insani dokusu tarumar olmuş toplumlarda şiddetin bir siyasal görüşün doğruluğu veya yanlışlığına inanmak veya karşı çıkmak için bir gerekçe haline getirildiği gibi travmatik duruma da yol açtığını gördük. Cinayetin ne derece hayatı söndürücü olduğu üzerine düşünmenin anlamsızlaştığı, tersine belli bir siyasal yaratık türünü koruyan eylemlilik haline geldiği siyasal cinnet halidir toplumsal faşizm. Ve daha vahimi, kendilerini aleni biçimde ırkçı cenahta konumlandıranlar ile bunun karşısında duruyormuş gibi yapanların, yaşamı algılayışının korkunç benzeşimi anlamında yeknesak fikirsizliğin kök saldığı dehşet toplumu halidir faşizm.