Geçen hafta avukat Fethiye Çetin görüşe gelmişti. Yaklaşık bir saat sohbet ettik. Dışarıdaki suskunluk halini, kötü gidişatı, iktidarın ‘yaptım oldu’ tarzının gelenek haline geldiğini güncel örneklerle birbirimize anlattık. Her şeye rağmen kadınların itirazdan vazgeçmediğini, toplumsal mücadelenin en dinamik gücü olduğunu konuştuk. Leyla Güven’in açlık grevinden ve toplumsal sorumluluklardan bahsettik. Seçim konusunda da rüzgarın döndüğü görülüyordu.
Elazığ’dan, Fethiye’nin büyüdüğü Maden ilçesinden, benim annemin köyü Mığı’dan konuştuk. Sohbet sırasında bizim köydeki Papiş Bacı’yı anlattım. Çocukkken yaz tatillerinde köye giderdim. Papiş Bacı çok güzel çörekler yapardı. Köyün bütün çocukları Papiş Bacı’dan çörek almak için sürekli O’nun evinin etrafında dolanırdı. Papiş Bacı da diğer çocukları “Hadi, siz her gün alıyorsunuz” diyerek tersler, “Gel kızım sana vereyim” diyerek beni yanına çağırır, nar gibi kızarmış çörekleri verirdi. Köyün bütün tandır ekmeklerini sanki Papiş Bacı yapardı. Tandır yapmak isteyen her aile, Papiş Bacı’yı yardıma çağırır, gece boyunca tandır ekmeğini için hamur yoğrulur, sabah erkenden de pişirilmeye başlanırdı. Papiş Bacı, ne kadar un, tuz, su konulacağını tarif eder, hamurun kıvamını sürekli kontrol ederdi. Adeta bir ekmek ustası gibi, seleler dolusu ekmek pişirinceye kadar tandırın başından ayrılmazdı. Biz çocuklar sürü halinde tandır evinin etrafında dolanıp dururduk. “Kop” denen, üzerine yumurta sürülmüş, susamlı, tandır çöreği çıkar çıkmaz, çocuklara verilirdi. Ekmek bittikten sonra da tandırda güzel yemekler pişirilirdi. Tandır günü, bizim için bayram gibiydi.
O günleri anlattım ve yıllar sonra Rakel Dink’le bir sohbetimizde, “Papiş” isminin papazların eşleri için kullanıldığını öğrendiğimi söyledim. Mığı da eskiden Ermenilerin yoğun olarak yaşadığı bir köymüş. Kimse bize Papiş Bacı’nın Ermeni olduğundan bahsetmemişti. Kimsesi olmayan yaşlı bir kadındı bizim için Papiş Bacı. Yıllar sonra bu gerçeği öğrendiğimde şok olmuştum.
Bana kendisinin yazdığı “Anneannem” isimli kitabı, Aysel’e de Hrant’ın öldürülmesinden önce yaşanan gelişmeleri konu alan kitabını getirdiğini söyledi. Anneannem’i okumamış olduğum için mahcup oldum, ama dışarıda birkaç kez niyetlenip okumadığım kitaplardan biri olduğu için de sevindim.
“Siz ne yapıyorsunuz, günleriniz nasıl geçiyor” diye sorunca da ben de, bir şeyler yazmaya çalıştığımı söyledim ve kısaca yazmayı düşündüğüm konudan da bahsettim. Anneannem’i arkadaşlarının ısrarı ve çabaları sonucunda, hem ağlayıp hem yazdığını belirterek, yazma konusunda beni cesaretlendiren sözler söyledi. Bunları konuşurken ikimizin de gözleri doldu. “Çocukların ailelerinden koparılması, bu toprakların kaderi mi?” cümlesini söylerken, birbirimizden gözlerimizi kaçırdık. Kısa bir suskunluktan sonra, derin bir nefes alarak, başka şeylerden konuşmaya başladık.
Fethiye Çetin, anneannesinin katliamdan kurtulan bir Ermeni olduğunu, yıllar sonra öğrenmiş ve anneannesinin verdiği bilgilerden yola çıkarak, ailenin Amerika’da yaşayan diğer üyelerini bulmuş. Ne yazık ki anneannesinin ömrü, akrabalarını görmeye yetmemiş. Kitap bu trajediyi anlatıyor. Bu büyük acıyı ömür boyu, bir sır olarak taşımanın yükü kim bilir ne kadar ağırdı. Küçük bir çocuğun yüreği nasıl dayandı, aklı kendisini korumak için hangi yolları buldu? Ya kendi kimliğinden başka bir kimliğe bürünerek yaşamak zorunda kalmanın travması… Cevapsız binlerce soru…
Göğüs kafesinde taş değil, bir yürek taşıyorsa; insanın bütün bunlarla yüzleşmeden gönül huzuru bulması imkansız.