Türkiye toplumu bir dizi krizler sarmalına hapsolmuş bulunuyor. Artık bu çöküş tablosundan bildik yöntem ve araçlarla çıkmak mümkün değil. Zira, söz konusu olan sadece ekonomik kriz değil, politik, sosyal, ekolojik, etik krizi, değerler krizi… söz konusu. Bu durumdan bildik anlayışlar, yöntemler, araçlar ve politikalarla çıkmak mümkün değil. Dolayısıyla politik mücadelenin zeminini, politika anlayışını, politika yöntem ve araçlarını değiştirmek gerekiyor. Zira, iflas eden sadece Politik İslamcı AKP iktidarı değil. Kırk yıldır dayatılan bağnaz ekonomik ve sosyal politikalar. Bu da, AKP öncesine dönmekle işin içinden çıkmanın mümkün olmadığı anlamına gelir. Fakat bir şey daha var: Neoliberalizm öncesini, 1980 öncesini ihya etmek de mümkün değil. Artık radikal bir paradigma değişikliğini dayatan zaman gelip çattı…
Tek adam rejiminin alternatifi ‘parlamenter demokrasi’ değil… AKP’nin zaten parlamenter demokrasinin iflası üzerinde yükseldiği ekseri gözden kaçıyor. Aslında parlamenter demokrasi denilenin demokrasiyle bir ilgisi yok ama olduğuna inananlar çoğunlukta. Parlamenter demokrasi, demokrasiyle değil, mülk sahibi sınıfların ‘nasıl yöneteceğiz’ sorusuyla ilgili… Kitleleri aldatmanın, oyalamanın bir aracı… Kaldı ki, bidayette, şimdilerde ‘Batı Demokrasisi’, ‘Temsili Demokrasi’ denilen, gerçek demokrasinin önünü kesmek, kitlelerin politik sürece müdahalesini engellemek amacıyla peydahlanmıştı. Zira, dört-beş yıl aralıklarla kurulan sandığa oy atmak, hiçbir zaman şeylerin seyrini değiştirmiyor. İnsanlar, egemen sınıfların devleti tarafından kurulan/kurdurulan siyasi partilere oy vererek, süreci etkilediklerini sanıyorlar. Oysa, gerçek anlamda bir temsil hiçbir zaman söz konusu değil. Seçilenler seçenleri değil, egemenleri, tabii biraz da kendilerini temsil ediyorlar… Sahte bir oyun tekrarlanıp duruyor… Seçimler “görünen yöneticileri” değiştirebilir ama asla ‘asıl yöneticileri’, ‘gerçek iktidarı’ değiştirmez… Öyle bir şey ancak radikal bir politik-sosyal- kültürel devrimle mümkündür… İleri sürüldüğü gibi siyasi partiler ve seçimler burjuva demokrasisinin vazgeçilmezleri değildir. Gerektiğinde her zaman ‘vazgeçilebiliyorlar’… Aslında seçimlerde insanlar ‘daha iyiyi’ değil, ‘daha az kötüyü’ seçiyorlar… Zira nesnel olarak iyisi mümkün değil… O zaman halkın sürece gerçekten müdahale etmesini sağlayacak yöntem ve araçların oluşturulması gerekiyor. Başka türlü söylersek, halkın kendi kendini yönetmesini sağlayacak, ‘doğrudan demokrasiyi’ olabildiğince hayata geçirmek gerekiyor ve bu mümkün… Bu dünyada her sorunun bir cevabı olduğuna göre… Zira, soru sormak, o soruyu cevaplayacak yüksekliğe çıkıldığı anlamına da gelir…
Birincisi, şimdilerde tam bir yıkım tablosu ortaya çıkarmış olan neoliberal politikaları mahkûm etmek yeterli değil, asıl kapitalizmi de sorun etmek gerekiyor. Bundan sonra radikal olarak antikapitalist olmayan hiçbir hareketin ve siyasetin başarı şansı yok… Sadece kitleleri aldatmaya, oyalamaya yarayabilir… Lâkin bir şey daha var: Artık sorunlar ertelenebilir olmaktan çıktı…
İkincisi, yeni ve farklı bir şey yapmak, verili paradigmanın dışına çıkabilmek, resmi tarihle, resmi ideolojiyle ve egemen burjuva ideolojisiyle radikal bir hesaplaşmayı gerektiriyor. Zira, yüz yıllık ‘resmi ideoloji’ toplumun kendi hakkında düşünmesini engelliyor. Resmi ideolojiyle, resmi tarihle hesaplaşmak, toplumu oluşturan farklı kimliklerin ‘gerçek yurttaşlar’ oldukları bilincini de güçlendirir. Aksi halde başta Kürt sorunu olmak üzere hiçbir sorun kalıcı çözüme kavuşturulamaz…
Üçüncüsü, dini devletten arındırmak gerekiyor. Türkiye’de laiklik söyleminin gerçek bir karşılığı yok. Devletin göbeğinde Diyanet İşleri Başkanlığı [doğrusu, Diyanet İleri Bakanlığı] diye devasa bir kurum var iken, laiklikten söz etmek abesle iştigaldir… Din dersinin zorunlu olduğu laik bir rejim olabilir mi? Laiklik demokrasinin olmazsa olmazı olduğuna göre…
Dördüncüsü, Türkiye 1952’de NATO’ya üye olduğu günden beri adı konmamış bir Batı uydusu. Daha doğrusu kolektif emperyalizmin bir uydusu. Türkiye o tarihten beri ‘bağımsız dış politika’ yapma yeteneğini kaybetti. Malûm, NATO denilen militer örgüt, başkomutanı ABD’li bir general olan emperyalist bir saldırı paktıdır. Eğer öyleyse, Türkiye gibi bir ülkenin emperyalist bir saldırı paktında ne işi var denmesi gerekmiyor mu? Bir de neymiş efendim, ABD bizim “stratejik müttefikimizmiş”… Oysa hegomonikemperyalist bir devletin hiçbir zaman ‘stratejik müttefiki’ olmaz. Sadece, stratejik çıkarları olur… Biraz tarih bilgisi olanlar öyle olduğunu bilir…
Politik İslamcı, şeriat sevdalısı AK iktidar, geride kalan 17 yılda tam bir çöküş tablosu yarattı, toplumun geleceğini kararttı. Çöküş sadece ekonomiyi değil, insan ve toplum yaşamının tüm veçhelerini angaje ediyor. Özelleştirilmemiş, metalaştırılmamış, paralılaştırılmamış hiçbir şey bırakmadı. Esasen özelleştirme demek, topluma-kamuya ait olan, olması gereken varlıkları, kaynakları, hizmetleri, müşterekleri özel şahıslara, sermayeye peşkeş çekmektir… Oysa, her şeyin özelleştirildiği bir toplumsal yaşam mümkün ve sürdürülebilir değildir. Zira, müşterekler, toplumu bir arada tutan tutkaldır. Önümüzdeki dönemde muhalefetin öncelikli hedeflerinden biri, halktan çalınanı ona iade etmek olmalıdır. Hiçbir saldırı karşılıksız kalmaz. Saldırı- savunma ve karşı saldırı diyalektiği diye bir şey var. İnsanlar sömürüye, yağma ve kalana, haksızlığa, hukuksuzluğa, adaletsizliğe keyfiliğe, sınırlı özgürlüklerin de yok edilmesine, kamusal alanların dincileştirilmesine, 2013 Gezi Parkı kalkışmasından başlayarak itiraz ediyorlar. 2015 Haziran seçimleri, 2017 Anayasa referandumu, 2018 cumhurbaşkanlığı ve genel seçimler ve Adalet Yürüyüşü nihayet 31 Mart 2019 belediye seçimleri sürecinde bardak dolmaktaydı ve seçime hile karıştırılıp İstanbul seçimlerinin yenilendiği 23 Haziran’da taştı… Muhalefet moral üstünlük sağladı. Bu önemli bir başlangıç. İnsanlar politik sürece etkili bir müdahale yapmayı başardılar. Elbette her şey güzel olacak demek önemli ama neler yapılır-neler yapılmazsa güzel olur sorusunun da sorulması ve gereğinin yapılması kaydıyla… Artık radikal dönüşümlerin gerekli olduğu bir zamandayız. Bundan sonra şeylerin seyri, muhalefetin basiretine bağlı olacak. Haysiyetli insanlar olarak yaşamanın, toplumun geleceğini kurtarmanın yolu, mücadeleyi derinleştirmekten geçiyor… Artık politika yapma ‘işini’, ‘şeyini’ profesyonel politikacılara emanet etmemek gerekiyor ki, bu da insanların politik özneler olmasıyla mümkün…