Bülent Arınç, 23 Şubat 2015 tarihinde, Ankara Belediye Başkanı Melih Gökçek’le ilgili şöyle bir açıklama yapmıştı:
“Gökçek belediye başkanlığı adaylığında ve seçimlerde oy isterken bu yapının kucağında oturmuştur. Ve bu yapıya Ankara’yı parsel parsel satmıştır. Yurt yerleri vermiştir, zengin iş adamlarına okullar yaptırmıştır. İmar planlarında değişiklikler yaptırmıştır. Şunları yaptırmıştır, bunları yaptırmıştır.”
Bu sözleri söyleyen kimdir? Bu sözleri söylediği esnada dönemin Hükümet Sözcüsü ve Başbakan Yardımcısı olan kişidir. 2002 ve 2007 yılları arasında iki dönem TBMM Başkanlığı yapmış bir insandır. Kendi sözleriyle AKP içinde bir “özgül ağırlığı” olan birisidir.
Birçok durumda, kendine göre bir objektiflik iddiası hep olmuştur. Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül ile birlikte Bülent Arınç, AKP’nin üç kurucu öznesinden biri olarak anılır.
Yani bilinmeyen biri değildir, gizli tanık değildir, etkin pişmanlıktan yararlanan biri değildir, itirafçı değildir.
Sayılan bütün olumlu nitelemeleri kendinde barındıran biri olmasına rağmen ve Melih Gökçek’i en üst düzeyde yolsuzluk yapmakla suçlamasına rağmen, Türkiye Cumhuriyeti’nde hiçbir savcı Gökçek’e en küçük bir dava açmamıştır.
Oysaki tam teşekküllü bir suçlayıcı var ve tam teşekküllü bir suçlama var.
Erdoğan hani turpun büyüğü diyor ya. Bu ondan çok öte, suçlayan ve suçlamanın kendisi adeta bir kabak gibi orta yerde duruyor.
Demek ki dert yolsuzluklar olsa, Melih Gökçek çoktan yargılanır ve mahkûm edilirdi. Bir hükümet sözcüsü, başbakan yardımcısı ve meclis başkanından daha yüksek bir tanık mı var?
Ama ne acıdır ki olmadı. Dönüp dolaşıp bu suçlama başlığında bir kumpas CHP’li belediye başkanlarına uygulandı. Bu kumpas aracılığıyla cumhurbaşkanı adayı olan Ekrem İmamoğlu cezaevine kondu.
Bu herkesi ilgilendirir mi? Evet bu herkesi ilgilendirir. Peki radikal solu ilgilendirir mi? Evet onu da ilgilendirir.
Radikal solun bir bölümünde üstü kapalı şöyle bir tavrı var. Demek istiyorlar ki, seçme ve seçilme hakkının uygulanmadığı, otokrasi düzeyine düşmüş bir rejim için biz hayıflanmayız. O düzen de kötüdür bu düzen de. Biz sonuç olarak mevcut düzeni değiştireceğiz, bunun otokrasi haline gerilemiş olanı da büyük bir zorluk yaratmaz. Zorluk üç aşağı beş yukarı aynıdır. Sonuç olarak tam bir “bizim için fark etmez” kayıtsızlığı diyebiliriz buna. Zamanın ruhu olarak, bir nevi “sıkıntı yok” umursamazlığı. Burada güya ne kadar büyük zorluklara katlanabilir ve ne becerikli olduklarını da anlatmış oluyorlar.
Biraz sohbet ediyor olsak bu arkadaşlarımızla belki de çarçabuk Bolşevizmin izinde olduklarını da ileri sürebilirler. Oysa ki Lenin Rusya’daki otokrasinin, yani çarlığın durumuyla ilgili şöyle düşünür:
“Otokrasinin devrilmesi neden Rus işçi sınıfının ilk görevi olmalı? Çünkü otokrasi altında işçi sınıfı, mücadelesini geniş ölçekte geliştiremez, ekonomik ya da siyasal olarak kendisine güçlü konumlar edinemez, güçlü ve kitlesel örgütler kuramaz ve emekçi kitlelerin önünde toplumsal devrim bayrağını açamaz ve onlara bunun için savaşmayı öğretemez.” (Bütün Eserlerin Derlemesi)
Demek oluyor ki, Lenin otokrasi koşullarından kurtulmayı önemli bulurdu ve ilk görev olarak ele alırdı. Çarlık da olsa, demokrasi de olsa fark etmez demezdi. Neden? İşçi sınıfının mücadelesini örgütleyebilmek, geliştirebilmek ve başarıya ulaşabilmek için.
Bütün bu nedenlerden dolayı ve Lenin’in yolunu takip ettiğimiz için siyasal özgürlükleri kazanmak ve korumak önemlidir. Tek ayakla sekerek ve ikişer ikişer atlayarak tarihin merdivenlerinden çıkılmaz.
Evet, düşük asgari ücret ve emekli aylıklarına karşı; adaletli paylaşım için milli gelire göre bir ücreti savunuyoruz. Emeğin tam karşılığı diyoruz. Kem küm edecek halimiz yok. Asgari ücret 60 bin lira olmalı.
Evet, işsizliğe ve uzun çalışma sürelerine karşı; 4 vardiyalı, 6 saatlik çalışmayla herkese iş diyoruz. Sadece üç kişiden birinin çalışmasını kabul etmiyoruz. Üçte bir değil, tam istihdam diyoruz.
Evet, beslenme, barınma ve sağlık alanlarındaki yetersizliğe karşı; kamu üretimiyle toplumsal refah diyoruz. Yarı aç yarı tok yaşamak yok, bu halk tam refah içinde yaşamayı hak ediyor.
Evet, eğitimde fırsat eşitsizliğine karşı geleceği kazanmak için parasız eğitim ve demokratik üniversiteyi savunuyoruz.
İşte bütün bunları gerçekleştirebilmek için de aynı zamanda demokrasiyi savunuyoruz, siyasal özgürlükleri savunuyoruz, seçme ve seçilme hakkını savunuyoruz. Güncel olarak da “Hemen ara zam, hemen erken seçim” diyoruz.