Nezahat Anne’nin, ‘Kızımın yanık saçlarının kokusunu hâlâ duyuyorum’ diyerek acısına rağmen barış için çalışmaya devam edeceğini söylemesi, bu sahnenin gerçek hayattaki yansımasıdır. Tüm acılara rağmen kadınlar, başka çocukların ölmemesi için barışta ısrar ederek mücadelelerini sürdürüyor
Harika Peker
Savaşlar, dünya tarihinde yüzyıllar boyunca farklı isimler, yöntemler ve şekillerle varlığını sürdürmüştür. Ancak özünde, sistematik bir anlayışla devam eden bu olgu, günümüzde kapitalist modernitenin “modernizm” adı altında en vahşi tekniklerle kendini göstermektedir. Savaşlarda kadınlar genellikle mağdur olarak görülür ve bu doğrultuda politikalar geliştirilir. Ne var ki, kadını özne olarak tanımayan bu bakış açısı, onları başkalarının yazdığı bir kaderi yaşamaya mahkûm edilmiş gibi resmeder. Savaşların yarattığı kaos ortamında en büyük acıları kadınların yaşadığı gerçeğini göz ardı edemeyiz. Ama bunun temel sebebi, kapitalist sistemin “önce kadını vurun” anlayışından beslenen erkek egemen zihniyettir. Kadınlar, bu katliamcı anlayışı reddederek mücadele eder ve bu nedenle “mağdur” olarak etiketlenir. Ancak tarih boyunca kadınlar, savaşlarda yalnızca var olmakla yetinmemiş, yeni bir yaşam inşa etmek ve barışı tesis etmek için mücadele vermiştir. Erkek egemen tarihin bunu görmezden gelmesi ve kadınları yalnızca mağdur olarak göstermesi, bu gerçeği gölgede bırakır.
Ortadoğu’da yüzyıllardır süren mezhepsel ve rejimsel çatışmalar, günümüzde daha da derinleşerek devam ediyor. Asırlardır barış içinde bir arada yaşayan halklar, bitmeyen işgal ve savaş sarmalında birbirine düşman hâle getiriliyor. Egemen erkek anlayışının körüklediği dincilik, milliyetçilik ve cinsiyetçilik, toplumu nefes alamaz bir noktaya sürüklüyor. Bu sistematik politikalar, en çok kadınları etkiliyor. Dünyanın pek çok yerinde ülkeler, faşist, egemen ve savaştan beslenen erkekler tarafından yönetiliyor. Bu erkek egemen anlayış, “modern dünyanın” uygarlık söylemi olarak sunuluyor.
Bir de savaşların ve çatışmaların sanatla topluma yansıtılması var. Batı’nın sanat anlayışı çoğu zaman işgal edilen yerlere kendini tek kurtarıcı olarak yansıtma çabası için de olsa da birçok sanatçı bu anlayışı teşhir etmiştir, ediyor.
Bunlardan biri de Lübnanlı yönetmen, senarist ve oyuncu Nadine Labaki’nin 2011’de çektiği, aradan onca yıl geçmesine rağmen hâlâ güncelliğini koruyan “Peki Şimdi Nereye?” adlı dramatik komedi filmidir. Bu temaları güçlü bir şekilde işliyor. Film, Lübnan’ın küçük bir köyünde Müslüman ve Hristiyan toplulukların bir arada yaşadığı, ancak dini çatışmaların gölgesinde hassas bir dengeyi sürdürmeye çalıştığı bir hikâyeyi anlatıyor. Ortadoğu’nun kaos, savaş ve mezhep çatışmalarını merkeze alan film, savaşın yaralarını sarmaya çalışan bir köyde geçiyor. Köydeki Müslüman ve Hristiyan kadınlar, barış içinde yaşamaya çalışırken, dışarıdan gelen dini çatışma haberleri köyün huzurunu tehdit ediyor. Erkekler, bu haberlerin etkisiyle küçük anlaşmazlıkları büyük kavgalara dönüştürme eğilimindeyken, kadınlar barışı korumak için zekice planlar yapıyor. Köyün papazı ve imamı ile iş birliği yaparak erkekleri sakinleştirmek için yaratıcı ve mizahi çözümler üretiyorlar. Film, kadın dayanışmasını, savaşın anlamsızlığını ve barışın mümkün olduğunu vurgularken, hem hüzünlü hem de eğlenceli bir atmosfer sunuyor. Evrensel barış arayışını kadınların perspektifinden güçlü bir şekilde işleyen bu yapıt, finalde köy halkının “Peki şimdi nereye?” sorusuyla izleyiciyi derin bir düşünceye davet ediyor.
Film, günümüzde yaşananları da yansıtarak kadınların ittifakını ve mücadelesini gözler önüne seriyor. Kadınlar ölüme karşı yaşamı, yıkıma karşı inşayı, ayrıştırmaya karşı ortak yaşamı savunan bir mücadele gerçeğini ortaya koyuyor. Adalet ve eşitlik vaat eden, ancak kendi çıkarları için soykırım ve ölüm getiren egemen erkek anlayışı, bu vahşi düzeni sürdürmeye devam ediyor. Yakın tarihe bakıldığında, Êzidî kadınların köle pazarlarında satılması, Filistin’de çocukların açlıktan ölmesi, halkların katliamlara mahkûm edilmesi ve tüm bunların dünyanın gözü önünde gerçekleşmesi, kapitalist sistemin yarattığı vahşi ve maddi bir duygu dünyasının sonucudur.
Filmde kadınlar, dışarıdaki çatışmaların erkeklere yansımaması için basına sansür uyguluyor. Savaş ve çatışmayı körükleyen medya dilini engellemek için televizyonları bozuyor, gazeteleri saklıyorlar. Bu, düşmanlığı körükleyen dilin toplumları nasıl zehirlediğini çarpıcı bir şekilde gösteriyor. Bugün de hâlâ medyanın dilinin barışı inşa etmekten çok uzak olduğunu görüyoruz. Sürekli bir militarizm pompalayan bir yayın politikası var. Filmdeki en etkileyici sahnelerden biri, bir annenin çatışmayı önlemek için oğlunun ölümünü gizlemesi. Oğlunu bir kuyuda saklayarak acısını yüreğine gömen bu anne, barışın inşa edilmesi için çırpınıyor. Bu sahne, Türkiye’de Meclis’te kurulan komisyonda barışın inşa edilmesi için dinlenen Barış Annesi’nin sözlerini hatırlatıyor. Nezahat Anne’nin, “Kızımın yanık saçlarının kokusunu hâlâ duyuyorum,” diyerek acısına rağmen barış için çalışmaya devam edeceğini söylemesi, bu sahnenin gerçek hayattaki yansımasıdır. Tüm acılara rağmen kadınlar, başka çocukların ölmemesi için barışta ısrar ederek mücadelelerini sürdürüyor.
Yüzlerce yıl insanlık üzerinde hüküm süren küresel sistemler ve erkek ideolojisi toplumlara ve özellikle kadınlara katliam ve baskıdan başka bir şey getirmedi. Kadınlar artık bunun kaderleri olmadığını biliyor. 21. yüzyılda kadın özgürlük mücadelesi giderek büyüyor. Erkek egemen anlayış derinleşirken, kadınlar dünyanın her yerinde ortak ittifaklar kurarak barışçıl, eşit ve özgür bir yaşamın mümkün olduğunu gösteriyor. Rojava’daki kadınlar, bunun en güçlü örneği. Savaşın nesnesi ya da kurbanı olmak yerine, aktif bir özne olarak yaşamı korudular ve yeniden inşa ettiler. Çağımız kadın öncülüğünü dayatmakta. Bunun farkında olarak “Peki şimdi nereye?” sorusuna cevabımız, Barış ve Demokratik Toplumu inşa etmek olacaktır.